Saturday

Yavuz Sultan Selim Efendimizin Çaldıran Meydan Muharebesi

YAVUZ SULTAN SELİM HAN EFENDİMİZİN

ÇALDIRAN MEYDAN MUHAREBESİ

İhsan Oktay Anar

“Benim aklıma gelmişse, bir başkasının da aklına gelmiştir”
Umberto Eco




Haşmetlu, Azametlu, Fehametlu, Devletlu hünkarımız Sultan Selim Han Efendimizin yeni sadrazamı Arap Hilmi Paşa'nın emri uyarınca, Enderun'un baş vakanuvisi olarak, Şaşı Haydar Efendi denilen zındığın, Çaldıran Meydan Muharebesi hakkında çalakalem yazıp bir de marifetmiş gibi sağda solda anlattıklarını düzeltme, sinsice yalanlardan arıtma, eksiğini gediğini kapatma şerefi, Tanrı'ya şükür ve hamd olsun ki şahsıma verilmiştir. Bir zamanlar emrimde çalışan ve sayısız tokadımı yiyen Şaşı Haydar nam zındığın ne kadar palavracı olduğu, ancak yine de vakanuvis geçindiği, yedi iklim dört bucaktaki aklı başında, mürekkep yalamış, dirsek çürütmüş münevver zevatın zaten malumudur.


Bu zındık, Çaldıran Muharebesinin bir kenarı 24 adım olan ve 64 kareden oluşan büyük bir kare içinde cereyan ettiğini söylerken, bir de utanmadan, siyah karelere kömür tozu, beyaz olanlara ise kireç döküldüğünü yazmıştır! Haşa! Doğrusu şudur: Sultan Selim Han, bu dev satranç oyunu için gereken zemini usta tutup masraflarını karşılayarak siyah granit ve beyaz mermerden yaptırıp cömertliğini göstermiştir. (Fakat güya bir şah olan İsmail, kesesini açıp bu hayırlı işe tek kuruş katkıda bulunmamıştır) Ayrıca, siyah ve beyaz karelerin kenarları, zındığın yazdığından farklı olarak 3 değil 4 adımdır. 64 parçalı bu dev kare için Efendimizin sarf ettiği paranın, ayıptır söylemesi, tam 216 zolata ve 144 akçe olduğunu söylerler.


Şimdi muharebenin nasıl geçtiğin gelelelim: Her iki taraf da siyah ve beyaz renklerden birini seçecekti. Bunun için imsak vaktine yakın bir zamanda, yani siyah iplikle beyaz ipliğin ayırd edilemediği bir vakitte, biri Zenci ve diğeri de Çerkez olan iki köle salıverildi. Oyunun raconu böyle gerektiriyordu: Ok ve yay ile Zenciyi vuran siyah, Çerkezi vuran ise beyaz olacaktı. Nitekim, Şah İsmail'in kırmızı oku Zencinin kalbinden, Yavuz Sultan Selim'in yeşil olku ise Çerkezin boğazından çıkınca her iki ordunun da renkleri belli oldu.


Şafak vakti Orduyu Hümayun ile Şah İsmail'in dev ordusu bu “satranç meydanı”nda savaş düzenini almıştı. Her iki tarafın da kaleleri, “taarruz süvarisi” denilen eski kuşatma kulelerine benziyordu. İçlerinde 20 nefer ve tepelerinde ise 4 şahidarbezen topu taşıyan bu tekerlekli kuleler, meydanın köşelerine yerleşmişlerdi. Onların yanında ise elleri topuzlu süvariler vardı. Ortaya yakın bir yerde ise,her birinin sırtında hamuda benzeyen ve içlerinde 3-4 kişi ile bir küpeşte topu bulunan savaş filleri göze çarpıyordu. Ortada Haşmetmaaplarının yanındaki beyaz karede, kıyıcılığıyla nam salmış Kara İbrahim Paşa, siyah karede de, Haşmetlu, Fehametlu, Devletlu Sultanımız Yavuz Selim, adet güneş gibi parlıyordu. Aynı düzeni Şah İsmail de almıştı.


Bu muhteşem görünüme rağmen, sözüm ona bir vakanüvis olan Şaşı Haydar nam zındık, papuç kadar diliyle, bu savaşta piyadelerin ön saflarda olduklarını ve bu yüzden haklarının yendiğini söyleyecek kadar ileri gitmiştir. Oysa Sultan Selim Efendimiz, yanında celladıyla piyadelerle hoşbeş edip bu zavallıların dertlerini dinleyecek kadar yüce gönüllülük göstermişlerdir. Üstüne üstlük şu apaçık bir hakikattir ki bir kale, bir atlı, bir fil asla vezir olamaz, ama 8 kare ilerlemeyi başaran basit bir piyade pekala bir vezir olabilir. H-2 hanesindeki Bozbora adlı piyade bu gerçeği anlamış görünmekteydi. İşittiğim kadarıyla bu hırslı ve azimli piyade, diğer 7 yoldaşı olan Keleşbay, Oğuzbala, Tosunbay, Dalboğa, Alpagut, Çavuldur ve Atambay'a, “Bakın görün teresler! Azmedip vezir olacağım! O zaman hepiniz elimi eteğimi öpmek için sıraya gireceksiniz!” diyecek kadar hakikate ve kadere meydan okuma cesaretini göstermişti. Fakat sultanımız muharebeyi Şattülarap Açılışıyla başlatınca H-2 karesindeki bu zavallının neredeyse tüm umutları yıkıldı.


Ancak bundan daha da kötü bir şey oldu. Şah İsmail'in önündeki piyade şişlenince yol açıldı ve Vezir İbrahim Paşa E-2 karesine geçerek Şah İsmail'i tehdit etti. İbrahim Paşa, Şah İsmail'e şah çekecekti. Fakat bu iş Yavuz Sultan Selimin yapması gereken bir şeydi. Vezir arkasını dönüp Padişah efendimize, “Devletlu Sultanım! Lütfen “ŞAH!” diye bağırınız. Oyunun kaidelerinden biri de budur. Bağırmazsanız yenik sayılırız” diye fısıldayınca, Efendimiz, “Yedi iklim dört bucağın hakimi olan benim gibi bir padişah, şu pis pis sırıtan İsmail'e değil “şah” demek, “hela bekçisi” bile demez! diye haykırdı. Bu söz üzerine İbrahim Paşa, “Sultanım! Sis dudaklarınızı kıpırdatın, ben de elimle ağzımı gizleyip 'şah' diye bağırayım, belki yutarlar” demek zorunda kaldı.


Muharebenin ortalarına doğru bir nice düşman katledildi ve bir nice yiğit şehadet mertebesine erdi. Ne var ki Şaşı Haydar denilen zındık, bu sırada araya bir yalan sokuşturmuştur: Buna göre, Kara İbrahim Paşanın seyisi Kaspar nam köle, efendisi olan vezirin ayağını üzengiye geçirirken elindeki çamuru paşanın çizmesine bulaştırdığı için tokat yedi. Bunun üzerine, intikam hisleriyle görev yerini terk ederek Padişah Efendimizin huzuruna varıp el etek öptükten sonra Sultan Selim Han Efendimize, eğer veziri feda ederse Şah İsmail'i yok edebileceğini anlattı. Şaşı Haydar Efendinin aktardığına göre, Kaspar denilen köle, eğer Vezir Kara İbrahim Paşa G-8 karesine giderse, Şah İsmail'in kalesi tarafından alınıp telef edilecek, ama atlının F-7 kalesine gelip şah çekmesi halinde, İsmail mat olacaktı. Haşa sümme haşa! Bu fikir Kaspar'a değil Padişahımıza aitti. Hem efendisine ihanet eden bir köleden ne bejlenir ki! Kaspar, Kara İbrahim Paşanın en çok değer verdiği köleydi. Çünkü esir pazarındaki açır arttırmada paşa, Kaspar'a tam 1115 Filuri değer biçmişti. Efendisinin bu kadar çok değer biçtiği bir kölenin ihaneti asla affedilemez!


Hal böyle olunca, Padişah Efendimiz vezire emir buyurdu ve G-8 karesine gitmesini emretti. Fakat Vezir Kara İbrahim Paşa, Hünkarımıza, “Devletlu Padişahım! Dediğiniz yere gidersem bu benim sonum olur! Şah İsmail'in kalesi beni alır! Beni feda etmeyin! Size bunca hizmetim var! Kıymayın bana!” diye yalvardı. Ama Efendimiz, “Bre melun! Padişahın için ölmekten nasıl korkarsın ey kavuğunu kerktiğimin veziri! Şimdi git dediğim yere!” diye haykırdı. Böylece vezir atını mahmuzladı mahmuzlamasına, ancak yolun yarısında durdu.


Veziri Kara İbrahim Paşanın emre uymadığını gören Hünkarımız küplere bindi ve apaşanın gerisindeki piyadeye, “Sen Vezirin arkasındaki piyade! Veziri hemen öldür! Emre karşı gelmenin ne olduğunu anlasın!” diye bağırdı. Fakat piyade, “Hünkarım! Ben satrançtan pek anlamam, ama bildiğim kadarıyla kendi taşımızı alamayız” diye cevap verdi. Bunun üzerine Efendimiz, “Dediğimi yap deyyus!” diye feryad edince, piyade, “Paşam! Seni öldürmek istemezdim. Ama emir yüksek yerden geldi. Sen en iyisi Kelime-i Şahadet getiriver” dedi ve çok geçmeden, mızrağını vezirin gırtlağına soktu.


Bu fırsat da işe yaramayınca ortalık can pazarına döndü. Hatta siyah ve beyaz kareler, dökülen kandan zort ayırt edilir oldu. Kala kala 3 taş kalmıştı: 2 şah ve bir kale.


Üçüncü taş olan kaleye Yavuz Sultan Selim Han efendimiz öyle bir omuz attı ki iki adam boyundaki kale devriliverdi. Ancak, o esnada oyunu seyredenlerden bir nefer, “Hünkarım! Ne yaptınız! Oyun pat oldu şimdi! Sözün kısası berabere kaldınız! Biz şimdi ne yapacağız! Artık Tebriz şehrini yağmalayamayacağız! Oysa karılarımıza ganimetle döneceğimize dair kitaba el basıp söz vermiştik!” diye nida etti.


Bu söz padişahımızın o kadar gücüne gitti ki kurala kaideye aldırmadan Şah İsmail'in üzerine yürüdü ve yakınına geldiğinde sağ eline tükürüp Acem Şahının suratına okkalı bir Osmanlı tokadı oturttu. Derken tokatlar şaplaklar birbirini izlemeye başladı. Ufak tefek biri olan İsmail, gerileye gerileye muharebe alanını terk etti.


Bu duruma seyirci kalamayan bazı “halden anlayan kişiler” Şah İsmail ile Sultan Selim'i birbirlerinden ayırmaya yeltendiler. Onca kalabalık birikince, artık kendini güvende hisseden İsmail, Padişahımıza nah işareti bile yaptı. Ama bir yeniçeri, Padişahımıza “Uyma sen ona ey Padişahım! Adam aile terbiyesi görmemiş!” deyince hünkarımızın öfkesi biraz yatışır gibi oldu.


Çaldıran Meydan Muharebesi bitmiş, her iki ordu da ağırlıklarını toplamaya başlamıştı. Attığı tokatlardan yorgun düşen Sultan Selim, oracıkta bulduğu bir tahtta oturup dinleniyordu ki on iki neferli bir Acem zabiti gelip, “Ey padişah! Bir zahmet o tahttan kalkıver. O taht Şah İsmail'indir ve onda, saçı bitmedik yetimin hakkı vardır.” dedi. Hal böyle olunca, Sultan Selim Efendimiz oturduğu tahta yellendi ve Acem zabitine, “Bu taht şimdi Yavuz Sultan Selim'in saldığı zarta ile mühürlenmiştir. Şimdi bu tahtı ister alın ister almayın, bu size kalmış artık!” dedi.


Bütün bunlara karşılık, Şaşı Haydar denilen zındık, Acem zabitinin Efendimize “Sen yellendikten sonra bu taht artık murdar olmuştur. Şahımız buna asla oturmaz. Ancak şunu bil ki şahımız da bu tahtta defalarca yellenmiştir. Şimdi sen onun zarta saldığı tahtta oturuyorsun. Bizim böyle bir tahta ihtiyacımız yok. Al, sen otur!” dediğini söyler ki yalanın da yalanıdır.


Birkaç şahidin söylediklerine bakılırsa, Sultan Selim Efendimiz, Şah İsmail'in tahtından hemen kalkmamıştır. Bazılarına göre yorgunluktan, diğerlerine göre “derin düşüncelere daldığından” ama bir iki kişiye göre ise, yalnızlığın tadını çıkarmak için...

Hiç'lik Zirvesi

Hiç'lik Zirvesi. Amak-ı Hayal'den...

Kahveleri içtikten sonra Aynalı Baba kulübeden bir ney çıkardı, hafif ve hoş bir şekilde çalmaya başladı. Kabristanın sessizliği, neyin hüzünlü sesi bana garip bir zevk veriyordu. Şüphesiz, gittikçe göğsümden basan hüzün, bazen ferahlık veren “ah”lar çıkaracak kadar şiddetlenen bu garip zevkte kahvenin de tesiri vardı. Kendimde tuhaf değişiklikler hissediyordum. Güya taşımaya mahkum olduğum bir büyük yük üzerimden alınmıştı. Kendimde büyük bir hafiflik duyuyordum. Aynalı Baba ney ile taksimini bitirdikten sonra hafif ve davudi bir sesle okumaya ve sonradan ney ile çalmaya başladı.

"Ey can! Yok olacak olan bu aleme ibretle bak; gafletten kurtul, meydan boş değildir. Sultan Süleyman ve İskender Han neredeler? Yüzbin senelik ömrü neş’e ile geçirsen de hepsi “bir an”dan ibarettir. Cihan bağı ne güle, ne de bülbüle kalacaktır. A gözüm! Zaten felek, kime muradına göre yar olmuştur.”
Bu gazelde ne mühim bir tesir vardı! Aynalı Baba bu parçayı bitirip de ney üflemeğe başladığı zaman gözlerinden yaş akıyordu. Bunlar üzüntü ve sızlanma gözyaşları mı idi, zevk ve aşk mı idi, bilemem; lakin pek duygulanmıştım. O andaki ruhi ve vicdani durumumu anlatmak mümkün değil...

Baba okuyordu: “Açgözlülük ve hırsa uyup nefsin kahrına uyma. Adın duyulmasın; sonra rahatın kaçar. Allah’ı bilenlerle arkadaş ol; onlardan uzak kalma. Dünya koltuğundaki gücünle mağrur olma.”

Kendimden geçecek dereceye gelmiştim. Babanın sesi pek yavaş ve adeta uzaktan geliyor gibi duymakta idim. Ney hayret edilecek bir letafet kazanmıştı:

“Olgun kimseler, dünya zevkine kapılmadılar. Netice olarak dünyanın bir gölge, boş bir arzu, bir oyuncak ve hayal olduğunu bildiler. Rüyanın gerçekle ne kadar ilgisi vardır. Herkes aşk eteğini tutup Allah’a kavuşmaya yaklaştı.”

Kulağım pek zayıflamıştı. Ses adeta pek uzaktan gibi geliyordu. Yavaş yavaş duygularımdan, daha doğrusu dış alemden sıyrılmaya başladım. Bir şey görmüyor, işitmiyordum. Bir müddet uykuya yakın bir halde kaldım. Bu hal çok sürmedi. Zihnim çalışmaya başladı. Görünüşte bir şey duymaz iken kendimi garip bir alemde görmeye başladım. Hayalin derinliklerine dalmıştım. Gözlerim kapalı olduğu halde görüyordum.

Görüyordum ki: Kendi ülkemize benzemeyen bir ovada bulunuyordum. Ova, görmediğim bir takım bitkilerle bezenmişti. Sazlıklarımızı andıran uzun otlar arasında türlü türlü hayvanlar geziniyordu. Bunların bazısı yırtıcı canavarlar idi. Lakin ben onlardan korkmuyordum. Korkusuzca yoluma devam ediyordum. Ara sıra bana söz söyleyen bir de yol arkadaşım vardı. Lakin kendini görmüyordum. Fakat bir şey sormak gerekirse soruyor ve cevabını da alıyordum. Saatlerce yürüdük; yoruldum. Görünmeyen yol arkadaşıma nerede bulunduğumuzu, nereye gittiğimizi sordum.

- Hindistan’dayız, “Hiç”lik Zirvesi'ne gidiyoruz, dedi.

Sözünü tutarak yoluma devam ettim. Bir müddet sonra karşımızda bir dağ göründü. Yüksek, pek yüksekti. Bir müddet daha yürüdükten sonra dağa yetiştik. Gümüş gibi parlak bir dereciğin kenarında bir kulübeye doğru gitmemi yol arkadaşım söyledi. Kulübeye gittim. Ã�çinde henüz genç bir adam vardı.

- Ne istersin? dedi.

Ben ne istediğimi bilmiyordum. Yol arkadaşım cevap verdi.

- "Hiç"lik Zirvesi'ni ziyarete getirmiştim; lütfen yol gösterin, dedi.

Genç adam bana memnunluk taşan bir bakışla baktı, elimden tuttu ve:
- Gel, dedi.

Bir ağacın gölgesine oturduk. Bana dedi ki:

- "Hiç"lik Zirvesi'ne insan cinsinin binde, yüzbinde biri çıkamaz. Zira ona çıkmak için kendine hakim olmalı. Kalpte bir emel olursa yollarda kalır. Oraya canlı cenazeler çıkabilir. Sen kendinde öyle bir kuvvet hissediyor musun?

Bilakis aciz ve sabırsız bir adam olduğumu, yalnız iyi niyetim olduğunu söyledim.

“Heyhat!” dedi, “İnsanların çoğu böyledir. Hele bir deneyelim. Belki başarırız.”

Beni yine elimden tutarak tekrar kulübeye götürdü. Bugün burada misafirsin. Yarın seher vakti dağa tırmanmaya başlarız. Şimdi vaktimizi boşuna geçirmemek için biraz konuşalım, dedi ve ismimi sordu.

- Rica, dedim.

Kendisine büyük bir hürmet duymaya başladığım bu zata ben de sıkıla sıkıla ismini sordum.

“Buda Ga´tama Sakya Muni” cevabını verdi.

Ã�nsanoğlunun en büyüklerinden biri olduğunu tarihten ve bazı kıymetli eserlerini incelemiş olmaktan anlamış olduğum “Buda”nın huzurunda idim. Tam bir hürmetle ayağa kalkıp elini öpmek istedim. Öptürmedi:

- Benim için ise ben hiçim. Benim yanımda hürmetle hakaret eşittir. Senin için ise kalbindeki sevgin yeter de artar, dedi.

Ertesi gün seher vaktinde yola çıktık. Buda elimden tutuyordu. "Hiç"lik Zirvesi'nin etekleri dünyamızda, daha doğrusu dünyamızı adil bir bakışla seyrettiğimizde görülmeyen bir güzelliğe sahipti. Dağa tırmandığımız yolun her iki tarafı, hoş bir manzara meydana getiren çeşitli çiçeklerle dolu idi. İnsanı kendinden geçiren güzel bir koku yayılmakta, gül fidanlarını muhabbet yuvası edinmiş bübüllerin şarkı ve ötüşleri insan kalbini titretmekteydi.

Ã�zerinde yürüdüğümüz yol pek ince ve altın gibi parlak, pamuk gibi yumuşak bir kum ile örtülmüştü. Bunun her iki tarafından akan güzel ve mini mini ırmakların şırıltısı bir gönül sevgilisinin, muhabbet kucağında aşığına söylediği kesik, heyecanlı, titrek ve arzuyu kamçılayıcı sözler gibi kulağı ve gönlü okşuyordu.

Dağa tırmandıkça güzellik artmaktaydı. Nihayet bir köşe, daha doğrusu mini mini bir saraya ulaştık. Bir taraftan dağa tırmanma, diğer taraftan hava beni son derece acıktırmıştı. Köşkün kapısından içeri girer girmez en güzel yemeklerden yayılan kokular burnumu okşadı. Bir büyük odaya girdik. Ortasında bir sofra kurulmuş ve içerisine altın tabaklarla insan sanatının icad ettiği ne kadar çeşitli yemek varsa hepsi konmuştu. Bana kalsa, fikrim hemen sofraya yanaşıp açlığımı gidermekti. Lakin Buda elimden tutuyor ve kulağıma:

“Hiçlik Zirvesi'ne çıkıyoruz. Bu yemekten yersen buradan dönmen, benden ayrılman gerekir” diyordu.

Şiddetli açlığa rağmen emre uydum. O çok güzel yemeklerin karşısında bir saat oturduk. Buda susuyordu. Ben bir takım garip duyguların tesiri altında gücümü yetirmiştim. Bu zatın, hayat sahibi, yeme ve içmeye muhtaç bir adamı melekler gibi aç tutmak fikrinde bulunuşuna kalbimden itiraz ediyordum. Nihayet birden bire:

- Haydi gidelim. Yeter derecede dinlendik, dedi.

Saraydan çıkacağımız sırada cennet hizmetçilerini andıran bir oğlan huzuruma geldi. Elinde altın tepsi içinde üç tane billûr kadeh ve bunların birinde su, diğerinde şerbet, üçüncüsünde şarap vardı. Oğlan:

- Efendim, tırmanılacak yer daha pek uzaktır. Yemek yemediniz, bari bir şey içiniz, dedi. Pek hoş ve adeta yalvarırcasına ileri sürülen bu teklife uyarak şarap kadehini elime aldım. Oğlan sevinç ve memnuniyetle yüzüme bakıyor ve seher vaktinin doğuşundaki güzel manzarayı hoş bir gülümseme, yüzünün parlaklığına göz kamaştırıcı bir dalgalanma veriyordu. Kadehi dudaklarıma değdireceğim sırada Buda elime vurdu. Kadeh yere düştü. Bir şey söylemeyerek elimden tuttu.

çıktık, yolumuza devama başladık. Görünmeyen bir ses okuyordu. Bu ses o kadar güzel idi ki, yanında Davud’un sesi kulak tırmalayan çığlık gibi idi.

Okuyordu: “Ey avare yolcu! Yürü, durma, yürü. Bu geçici alemin zevkleri seni Allah’a kavuşmaktan alakoymasın. Bu eşsiz manzaraların, bu güzelliklerin hepsi rüya ve hayalden ibarettir. Ey zavallı ziyaretçi! Yürü, durma, yürü. Yürü ki, Allah’a kavuşmanın gönüle ferahlık veren tazeliğinde yüceliklere eresin. Yürü, kendi aslına kavuş. Olgunluk dereceleri budur. Geçici süs ve gösterişleri terkedip yürü de Allah’a kavuşma kadehinden içesin. Yürü ki, hiçlik meydanında Allah’ın kudret ve sırrını göresin.”

Bu sesin tadından gözlerimde zevk ve keder yaşları görünüp akar olduğu halde yolumuza devam ettik. Gecemizi çimenler üzerinde geçirdik. Rüyasız, hayalsiz derin bir uykuya dalmıştım.

Ertesi günü seherle beraber yolumuza devam ettik. Öğle vakti karşımızda bir saray göründü. Bu saray ancak hayal aleminde görülebilen yapılardan biri, yani hayal gücünün yaratabileceği en son eser idi. Her ne yapılsa bundan daha güzel, daha üstün ve süslü bir binayı düşünmek ve hayal etmek mümkün değildi. Oraya doğru yöneldik. Aramızda beş-on adım kaldığı vakit kapısı kendi kendine açıldı. Buda şöyle dedi:

- Bu saray insanların ayağını kaydıran yerdir. Bu saray imtahan yoludur. Mertlik ve sebatın sağlam ipine yapışanlar bu yolu geçerler. İlerisi "Hiç"lik Zirvesi’dir. Lakin buradaki gösterişe ve gönül çekici şeylere kapılanlar acınma, sızlanma ve üzüntü çukuruna düşerler. Burası arzu ve emel cenneti, ilerisi ezelin hiçlik meydanıdır. Burası faydasız gösterişlerle dolu bir yuva, burası her ziyaretçisini işkencelerle mahveden bir misafirhane,ilerisi zevk ve hürriyet meydanı, ilerisi her türlü kayıttan uzak alem, vahdet, teklik alemidir. Burada kalanın en son gideceği yer inilti ve ah çekme köşesidir; öteye giden dert ve elemden kurtulup rütbesizliğe erer. Burada kalan arzu ve açgözlülüğe, hırs ve emele esirdir; ileri gidenin taht yeri sonu olmayan bir meydan ve mana alemidir. Mert ol; aldanma. Sebat et. Ben burada seni bekliyorum. (Saray bahçesinin kapısını işaret ederek) Haydi, gir, dedi.

Hava güzel bir suretle serin ve güzel kokularla anber gibi idi. Her tarafta zümrüt gibi çimenler, parıltılı çiçekler ve yolları çakıl taşı iriliğinde çeşitli renkte mücevherlerle bezenmiş bahçeyi geçerek sarayın kapısına vardım. Yirmi, otuz kadar yüz güzelliğinde seçkin, benzeri hayal aleminde bile pek az cariyeler tarafından karşılandım. İki tanesi teşrifatçılık vazifesi görüyorlardı. Bin türlü hizmet ve ağırlama ile bir odaya götürüldüm. Sarayın son derece büyüklük ve süslü oluşundan, kızların seçkin güzelliklerinden, hele kollarıma girenlerin pek eşsiz güzellik ve çekiciliklerinden şaşırmış, alıklaşmıştım. Bir taraftan yalvarıcı sözler söylemekte, diğer taraftan kuşların cıvıltısını yahut bir perinin neş’e verici şarkılarını andıran sesleriyle “Hoş geldin” demekte olan kızlardan biri hararetle kavrulan dudaklarıyla bir kadeh sundu. Düşünme gücüm uyuşmuş olduğu halde içtim. Buz gibi soğuk ve bildiğim şerbetlerin hepsinden daha güzel ve tatlı idi. Sanki yeni bir hayat buldum. Derhal bohçalar getirildi. Ã�çlerinden süslü ve ince ipek havlular çıkarılmıştı. Teşrifatçılarım mini mini elleriyle elbisemi çıkarmaya başladılar. Odaya bitişik bir salona, oradan da bir hamama sokuldum. Hepsi çıplak bir çok huri karşıladı. Bunların vücutları o kadar mükemmel ve iç gıcıklayıcıydı ki, bu güzellik heykellerinin arasına melekler girse nefis ve şehvet sahibi olurlardı. Her tarafı çeşitli kıymetli taşlarla yapılmış hamamın göbek taşına serilmiş bir yatağa yatırıldım. Hurilerin ve mini mini ellerinin altında titrediğim halde, kadın tellak şekline girmiş, seyrine doyum olmayan bu heykellerin çok nazik dokunuşları altında pek yorulmuş olan cismim, bütün bütün uyuşarak tatlı bir uykuya dalmışım. Uyandığım vakit tek kurnalı bir bölmeye götürülüp mükemmel yıkandım. Arkasından soğuk su ile de yıkanarak yorgunluğum geçmiş ve vücudum dirilmiş, sırf kuvvet ve hayat kesilmiş olduğu halde hamamdan çıkarıldım, özenilip bezenilmiş bir odaya götürüldüm. Abanoz ağacından yapılmış bir masaya gümüş bir tepsi konuldu. Sofra kuruldu. Dünya yemeklerinin hiç biriyle ölçülemeyecek kadar lezzetli yemekler getirildi. Peri yüzlülerin biri billur bir sürahi getirdi, bir kadeh şarap sundu. Bir takım kızlar ellerinde müzik aletleri olduğu halde güzel şarkılar söylüyorlardı. Bu içki ve sarhoşluk alemi bir saat kadar devam etti. Neş’em son dereceyi bulmuş; nefsim kudurmuş ve aşırı şehvetle adeta bir canavar olmuştu. O aralık bir kız girdi. Ellerini göğsüne kavuşturarak önümde durdu.

- Efendim, Peri, size kavuşmaya ve muhabbetinize can atmaktadır. Nice günlerden beri gelmenizi gözyaşlarıyla beklemekte idi. Buyurunuz... dedi. Ve koluma girdi, sarayın ikinci katına çıkardı, bir odaya sokarak kapısını kapadı. Arzu dolu gözüme çehresini gösteren güzellik perisini görür görmez bir hayret çığlığı koparmaktan kendimi alamadım. Dünyada gördüğüm en güzel bir kadının bu güzellik perisine göre durumu, on paralık bir fersiz mumun nur saçan güneşe göre durumu gibi idi. Gözlerim kamaştı, karardı. Dizlerimin bağı çözüldü. Gözlerinden çıkan şehvet parıltısı o kadar çekici, dudaklarındaki gülümseme o derece şehvet uyarıcı idi ki, heyecanımın şiddetinden ayağa kalkamayarak sürüne sürüne yatağının yanına kadar gittim. Merhamet isteyerek, çok aşağılık bir durumda ve dilenci gibi ıslak gözlerimi o eşsiz güzelliğe çevirdim. Aşk perisi, erguvan renkli tüllerle süslü bir yatakta yatıyordu. Gümüş gibi beyaz vücudu, yalnız bir ince ipek gömlekle gözlerden gizlenmiş, daha doğrusu hâle ile örtülmüş bir nur parçası idi. Bu hafif örtü, bu ince perde o eşsiz güzellik kaynağı vücudu örtmüyor, o melek yüzlü güzeli arzu dolu gözlerden gizlemiyordu. Gözlerindeki o şehvet pırıltısı gittikçe arttı. Dudakları arzu ve istek duygularını işaret eden ve cana can katan titreme ile titremeye başladı. Al yanağı şiddetli arzu ve şehvet ateşiyle bir kat daha kızardı. Kollarını açtı. Siyah saçları, sevgi ve aşkla titreyen gümüş gibi beyaz gerdanını sardı. Ancak birbirinin tam zıddı olan şeylerin bir araya gelmesinden meydana gelecek bir güzellik tablosu ortaya çıktı. Kollarını açtı:

- Gel... Gel... dedi.

Ben bir minnet çığlığı kopararak kucağına atladım. O nur gibi vücudu kollarımla sardım. O parlak yanağı, o titreyen dudakları öptüm. Kavuşma ne kadar sürdü! Bir an.. Bir an... Gök gürültüsünü andıran bir ses, gök ve yeri inletti. Bir gürültü zelzelesi sanki dünyayı alt üst etti. Düşen bir yıldırım sarayı titretti. O büyük bina bir avuç toprak yığını gibi eridi, yıkıldı. Dehşetimden gözlerimi kapadım. Sevgilime sarıldım.

Gözlerimi açtığım vakit, kendimi çirkin suratlı bir kocakarının kucağında buldum. O kadar çirkin, o kadar pis idi ki, bir hayret ve tiksinti çığlığı koparmakla beraber boynuma sardığı kollarını açarak kendimi kurtarmaya çalıştım. Baykuş sesini andıran kahkahaları salıverdikçe hilâl şeklini almış olan çenesi, kartal gagasına benzeyen burnuna bitişiyor, bu iki çengel birbirinden ayrıldıkça çirkef çukuruna benzeyen ağzı açılıyor, sararmış uzun dişleri görünüyordu. Ben kendimi kurtarmaya çalıştıkça kocakarı var kuvvetini pazuya verip bırakmamaya çalışıyor ve diyordu ki:

- Nankör! Az önce ayaklarıma kapandığını ve tattığın eşsiz aşk zevkini unuttun. Bir an sonra ben yine o şekli alacağım.

Nihayet bin güçlükle kocakarının elinden yakamı kurtardım. Sarayın yerini bir süprüntülük almıştı. Evvelce her biri birer huriye benzeyen kadınların hepsi birer kocakarıya dönüşmüştü. Beni kovalamaya başladılar. Ellerine düşmek korkusuyla koşuyor, adeta uçuyordum. Nihayet yorgunluktan bitkin bir hale geldim. Kocakarılar takibimden vazgeçmişlerdi.

Düşünmeye başladım. Etrafıma bakındım. O zümrüt gibi çimenlerin yerinde dikenler, bülbüllerin yerinde kargalar, baykuşlar, altın kumların yerinde siyah ve sivri taşlar görüyordum. Hatırıma Buda geldi. Beni kapı yanında bekleyecekti. Halbuki ne kapı kalmış, ne Buda görünmüştü.

Ağır ağır dağı inmeye başladım. Bir meydana geldim. Dehşetten açılmış gözlerime heybetli bir meclis göründü: Meydana doğu tarafında altın bir taht kurulmuş; başında altın taç, elinde kıymetli taşlarla süslü bir baston, sırtında kıymetli bir elbise olduğu halde üstünde Buda oturmuştu. Etrafı hep kıymetli ve süslü elbiseler giyinmiş, başları şeref taçları ile donatılmış insanlarla kuşatılmıştı. İki kişi kollarımdan tutup huzuruna götürdüler. Buda büyük bir kudret ve ağırbaşlılıkla ayağa kalktı. Kolunu bana uzattı. Şehadet parmağı ile işaret ederek:

- Ey sözünde durmayan insan! Ey erkek! Ey kadın tabiatlı erkek! Yazık sana! Sözünde durmadın. İstenilen noktaya varamadın. Vahdet, Teklik sarayına girmedin. Her türlü kayıttan uzak olan Allah’a kavuşamadın. Zira "Hiç"lik Zirvesi'ne çıkmadın. Ey gafil adam! Ã�n bu yerlerden, git, in! önünde diz çöktüğün, kendini ve ruhunu teslim ettiğin koca karıya, dünyaya git. Sen insanların ileri gelenlerinden değilsin. Sen bu meclisin eri değilsin. İn, git. Git ki, emel ejderhası ciğerlerini yesin. Git ki, aşırı arzu akrepleri Nemrut gibi beynini kemirsin. Git, git ki, dünya leşinden bir köpek eksilmiş olmasın. (Hüzünlü bir tavırla) Git, git ki, mert kimselerin gül bahçesi dolmasın. (Öfkeli bir tavırla) Git insaniyetsiz! İn.. İn.. İn... !

Buda, eliyle taşlara emir verir gibi bir işaret yaptı. Bulunduğum yerde taş, toprak... Evet ne varsa bir yıldırım hızıyla yokuş aşağı su gibi akmaya başladı. Nihayet bir uçuruma geldik. Karanlık bir uçuruma doğru yuvarlandım. Bir ümitsizlik ve ıstırap iniltisi ve çığlığı ciğerlerimi parçalayarak, boğazımı yırtarak, titreyen dudaklarımı hırpalayarak çıktı. Gözlerimi açtım.

Aynalı Baba’nın gülümseyen ve yumuşaklık akan çehresi, hüzünlü gözleri gözlerime ilişti. Elindeki maşrapayı verdi, içtim. Henüz pişirdiği sade kahveyi de sundu.

- Evladım! "Hiç"lik Zirvesi'ne yükselmek kolay değil, kolay değil.. değil, dedi.

Elimde olmayarak ayaklarına kapandım. Ertesi günü yanına gelmek üzere izin istedim.

- Ben bu memlekette bulundukça aramızda geçenleri kimseye açmayacağına söz ver, dedi.

Söz verdim; müsaade etti.