Saturday

Günlerden Bir Gün

İhsan Oktay Anar, Öküz Dergisi, Ocak 1998


Bugün kolay geçeceğe benziyordu. Çünkü sadece hem sabah hem de öğleden sonra, doktora ve yüksek lisans öğrencilerine verdiğim iki Yunanca dersinin sınavlarını yapacaktım. Acele etmeden kahvaltımı bitirip otobüs durağına koştum. Belediye otobüsüyle yolculuk 1,5 saat sürecekti. Fakülteye eriştiğimde üstelik, öğrencilere dağıtacağım soru kağıtlarını fotokopide çoğaltmam gerekiyordu. Her şeye rağmen, sınava tam zamanında girdim.

Günümü akademik olmayan konular üzerinde düşünmeye ayırmıştım. Ne var ki üniversite camiası üzerinde düşünmekten kendimi alamadım. Ortalamanın altında birinin üniversitede barınamayacğaı doğruydu. Gel gör ki, ortalamanın üzerindekilerin bu kurumda yaşayabilmeleri belki çok daha zor gibiydi. Bunları düşünürken, o yıllarda akademisyenlerin alaya aldıkları Ohm, Pasteur, Edison gibi isimler aklıma geldi. Galiba insanları, "olanlar ve yapanlar" diye ikiye ayırmak mümkündü: Bilim adamı olanlar ve bilim yapanlar, romancı olanlar ve roman yazanlar, zengin olanlar ve zenginliği üretenler gibi.

Hatırlarım, yıllar önce, yani henüz asistan olduğum zamanlardı. Bilgisayar denilen "garibe" üniversiteye yeni girmişti. "Klasik" akademisyenler onun kullanım imkanlarını bilmiyorlardı. Zaten çoğunun bu konuyla ilgilendikleri de pek söylenemezdi. İşte o yıllarda, Bilgisayar Mühendisliği Fakültesi'ne, FORTRAN dilini öğrenmek için gittiğimi hatırlıyorum. Asıl amacım, önermeleri sembolik dile çevirip, bilgisayarın bunlardan sonuçlar çıkarmasını sağlamaktı. Fakat bu teşebbüsümü birçok akademisyen, "Kendi konusu dışındaki şeylerle ne hakla ilgileniyor?" diye yadırgamıştı. Bu, elbette yıllar önceydi. Şimdi ise bu fakültenin bütün öğrencilerine bilgisayar dersi verilmeye başlandı! Üstelik, o yıllarda beni çekiştirenlerin hepsinde şimdi bilgisayar var. Ben ise bu yazıyı, emektar mekanik daktilomla yazıyorum. Aslında bunun bile fazla olduğunu söylemeliyim. Çünkü bir metni yazmak için sadece üç şey gerekir: Bir kağıt, bir kalem ve bir yazar...

Ancak öğretim elemanlarının bir kısmının bu kadar minimalist olduklarını söyleyemem (fakat yayınlarının sayısı, eserlerindeki orjinalite ve bilimsellik itibariyle minimalisttirler) İşte bu gruptan sınıf atlama özlemiyle yananlar için terfi etmek, hele hele "profesör olmak" büyük bir amaçtır. Kadın elbiseleri giyen bir erkek gibi, bir yolunu bulup profesör cübbesini sırtlarına atarlar. Bunlara "travesti profesörler" diyorum.

Ne var ki, çok değerli öğretim üyelerinin sayısı hiç de az değildir. Gerçekten de, bu karanlık tabloyu aydınlatan ışıklar da vardır. Fakültemde olağanüstü saygı duyduğum ve örnek almaya çalıştığım bir kişinin, Dr. Faris Hariri olduğunu itiraf etmeliyim. Ona yaşını hiç sormadım. Ama 60 yaşlarında olduğunu tahmin ediyorum. Sudan asıllı olan Faris Bey için öğrenmek ve bildiklerini paylaşmak çok önemlidir. Sanıyorum, onun kadar bilgili olsaydım, yine Faris Bey kadar alçakgönüllü olmayı asla başlaramazdım (ondan öğrenmem gereken tek şeyin belki de bu olduğuna zaman zaman inanıyorum). Bir kapıdan gireceği sırada benim (ya da başka birinin) geldiğini görünce, o yaşına rağmen karşısındakine yol vererek utandırır. Ancak bunu yapmacık bir nezaket olmadığını okurun bilmesi gerekir. Çünkü yıllar önceki bir kurul toplantısında, ansızın şiddetli bir deprem başlayınca, çok yakınında olmasına rağmen Faris Bey'in kapının yanında beklediğini, panik içinde kaçan profesörlere büyük bir kibarlıkla yol verdiğini bilirim.

Ne yazık ki birçok öğretim üyesi, Dr. faris Hariri'nin tam tersiydi. Bilme arzusuun değil, ünvan, şöhret ve güç hırsının yönettiği gölgelerin arasından sıyrılıp, akşamüstü evime döndüm. Çalışma odam, masam ve kitaplarım beni bekliyordu. Bu dünyada daha yapılması gereken çok şey vardı.


NOT: Rozenthal'in Erken İslam'da Mizah adlı eser, Ahmet Arslan'ın çevirisiyle IRIS yayınlarındna çıktı. Eser, sağ intelligentia'yı şaşırtacağa benziyor. Okuyucuya tavsiye ederim.

Thursday

Müzik

İhsan Oktay Anar, Öküz Dergisi Şubat 1999


İbni Kayyım el-Cezviyye'nin Katabe'den naklettiğine göre, Şeytan ilahi huzurdan kovulup dünyaya inince, Tanrı'ya, "Ey Rabbim! Beni lanetleyip huzurundan kovdun. Peki benim 'kitabım' ne olacak?" diye sorar. Gelen cevap, "Şiirler ve Şarkılar" şeklindedir. El Cezviyye bu yüzden, müziği, Şeytan'ın kitabı olarak görür. Mesaj gayet açıktır: İnsanın mutlu olması için Tanrı, gereken her şeyi zaten yaratmıştır ve bu nedenle yeni şeyler yaratmaya gerek yoktur. Bu fikre kısmen katılıyorum: Eskiler, "Su sesi, kuş sesi, kadın sesi." derlerdi. En güzel seslerin doğada olduğundan kuşkum yok. Ama ne yapayım? Müziği seviyorum, hem de 38 yaşımda viyolonsel dersleri alacak kadar.

Fakat müzik ne kadar güzelse, müzik dersleri de o kadar azap içinde geçer. Çünkü müzik öğretmenimiz, ne yazık ki, her hassas insan gibi mükemmeliyetçidir. Oleg Kagan'ın kendi keman öğrencilerine davranış tarzı bu konuda bir fikir verebilir: Öğrenci, kendisine ödev olarak verilen parçayı iyi çalamayınca, bu virtüöz sandalyesinden kalkar, öğrencisine yaklaşır, elinden kemanı ve yayı alıp emniyetli bir yere koyduktan sonra zavallıya tekme tokat girişir. "Şeytan azapta gerek" demişler, "Şeytanın kitabını" hatmetmek isteyen kişinin aynı azabı belki bu yüzden çekmesi gerekir.

Benim ise ilk müzik hocam, Harbiye Marşı'nın bestecisi olan Hüsnü Öncü'ydü. Karşıyaka Çarşısında, pasaj içinde bir dükkanı vardı. O zamanlar 13 yaşındaydım ve gitar dersi alıyordum. Fakat hocam, karnesinde zayıf getiren öğrencilere ders vermeyi reddederdi. Bu yüzden her sömestr sonu ona karnelerimizi göstermek zorundaydık. Üzerinde önemle durduğu bir ikinci nokta da tempoydu. Bize ödev olarak verdiği parçayı ona çalarken bir yandan da ayağımızla tempo vurmamız gerekirdi. Tempodaki bir yanlışımızın kefaretini ise ayağımıza sert bir şekilde basarak bize ödetirdi. Bu hususa o kadar önem verirdi ki, gitar metodu yayımlayan bir müzisyenin, "Sakın ayağınızla tempo vurmayın. Tempoyu vuran kafadır" sözü üzerine çılgına dönmüş ve adamcağıza hakaretlerle dolu bir mektup bile döşemişti. Şimdi 90'lı yaşlarda olması gereken hocam Hüsnü Öncü'ye minnettarlığım sonsuzdur. Her şeye rağmen, müziği bana sevdirmişti.

Keman hocam Tuğrul Göğüş'ü de severim ve ona hayranlık duyarım. Hayatımda tanıdığım en idealist insandı. Onunla ilk tanıştığımda ders ücretini belirlemeyi bana bırakmıştı. Fakat ilk dersimizin sonunda, belirlediğim ücretin yarısını aldı. Ve bu parayı da, gönüllü olarak ders verdiği konservatuarın tadilatı için harcadığını öğrendim. Bir tek amacı vardı: Müziği öğretmek ve sevdirmek... Bir saat olması gereken derslerimiz iki, iki buçuk saate kadar uzardı. Ders bitiminde onu durağa kadar geçirir ve İzmir'in diğer ucundaki (24 km.) evine onu götürecek belediye otobüsü gelene kadar beklerdim. Tuğrul Bey şimdi Adana Devlet Senfoni Orkestrası'nda çalıyor. Buraya gönüllü olarak gittiğinden eminim.

Şimdiki aklım olsa, gençliğimde müzisyen olmaya karar verirdim. Ama vakit hala geç sayılmaz. Başarılı bir akademisyen ya da "ünlü" bir yazar olmaktansa, ortalamanın altında, basit bir sokak çalgıcısı olmayı tercih ederim.

Hayatımda Bir Gün

Öküz Dergisi, Ocak 1999

Yıl 1995. Aylardan Mart. Karanlık basmış, görev vakti gelmişti. Hava yağmurluydu, gök gürlüyordu. Cizre Jandarma Komutanlığı'nın avlusunda bekleyen tankıma doğru yürüyordum. Mürettebat, M-60 tankınınn önünde hazır bekliyordu. "Yerlerinize!" diye bağırdım. O karanlıkta, şoför, doldurucu ve nişancı tanka tırmandı ve kapakları açıp içeri girdiler. Çeki kancasına basıp tanka çıktım ve komutan kulesindeki yerime yerleştim. Gece karanlığında Cizre'den çıkıp Cudi Dağı eteklerinde "pusu atacaktık". Şoföre, "Çalıştır" komutunu verdim. Göğüs cebimdeki walkmana, Motzart'ın Requiem'ini koymuştum. Walkmanin kulaklığını taktım ve üstüne "başlık takımını" geçirdim. Tank motorunuun aşırı gürültüsü nedeniyle, pilotların da taktığı, iki kulaklık ve bir mikrofondan ibaret olan başlık takımı olmaksızın mürettebatın tank içinde haberleşmesi mümkün değildi. Doldurucya, "Telsizi aç!" emrini verdim. Ardından walkmenimin butonuna bastım ve Requiem başladı. Hem bu eşsiz müziği hem de telsiz konuşmalarını aynı anda dinleyebiliyordum. Verdiğim talimatlarla şoföre manevra yaptırıp tankımını "nizamiyeden" çıkardım ve her zaman olduğu gibi, durduk. Çünkü silahları doldurmamız gerekiyordu.

Tankın komutan kulesindeki, benim kullanmam gereken 12.27 mm.'lik ağır makineli tüfeğin kurulması için, ucu halkalı zincirlere var gücümle asıldım ve emniyeti açtım. Doldurucu ise tank makineli tüfeğini, yani A4'ü kurdu. Ardından tank topunun kamasını indirip bir tahrip mermisini atım yatağına sürdü. Nişancı ise emrimle, kulenin dönmesini sağlayan güç düğmesini açtı. Kulenin içini aydınlatan mavi ışığın reostasını kıstım. Böylece tank, kapkaranlık gecede ilerleyen karanlık bir canavara döndü. Şoför, gece görüş periskopunu yerleştirdi. Ben de makineli tüfeğime bağlı gece görüş sistemini açtım. Gündüz uyuyor, geceleri ise pusuya gidiyorduk. Uzun zamandır güneşi göremiyorduk. Cizrenin arazisini şimdi bile, gece görüş sensorumdan gördüğüm gibi, yeşil olarak hatırlıyorum. ama o gece, Motzart ve Requiem vardı, her ne kadar parazitli telsiz konuşmalarıyla karışıyor da olsa...

"Fatih-1! İleri!" emrini verdim. Nişancı, topu hedefe kilitleyen stabilizasyonu açınca kule sarsıldı. Artık tehlikeli araziye çıkmıştık. Çamura saplanmamak ve bir RPG-11 roketi yememek için hızla ilerliyorduk. Ölmeye ve öldürmeye hazırdık. Eğer o anda dinlediğim Requiem olmasaydı insanlıktan çıkabilirdim. Zaten bunun için, sadece bir adım atmam bile yeterdi.

Telsizle, "Fatih-2, burası Fatih-1. Durum bildir!" dedim. Fatih-2, bir tepede bizi ve güzergahımızı kontrol eden ikinci tankımdı. Yolumuzun açık olduğu mesajı geldi. Ama ben yine de, kritik arazideki muhtemel pusu yerlerine, darbeler halinde makineli tüfeğimle ateş etmek zorundaydım. Kurduğum savunma ve saldırı sistemi başarıyla işliyordu. "Tank avcılarına da" hazırdık. Bunlar, girdiği bir çukurdan çıktığı anda, tanka atlayıp motor bölmesini molotof kokteylle yakmaya çalışarak ya da periskopları çamurla sıvayarak tankı tahrip etmeye çalışırlardı. Ama doldurucum, elinde MP-5 ile onları bekliyordu.

Pusu yerine geldik. Çevreyi taradıktan sonra makineli tüfeğimi gökyüzüne çevirdim. Bulutlar gitmiş, yıldızlar görünüyordu. Silahıma bağlı pasif gece görüş dürbünüyle yıldızları seyretmeye başladım. Gece görüş sensoru, en zayıf ışığı bile binlerce kez güçlendirdiği için, çıplak gözle görünenden belki binlerce kat daha fazla yıldız vardı. Requiem artık bitmişti. Evet, güzellik buraya aitti.

Yukarıda anlattıklarım gerçektir: 1994-95 yılları arasında Güneydoğu'da askerdim. Savaşı estetize etmek bana göre değil. Her şeyden önce, dökülen kanı okuyucuya satmak istemem. Fakat bu yazımda düşleri değil, gerçekleri paylaşmak istedim. Bununla birlikte gerçekleri paylaşmak zordur. Belki de düşler ortak, gerçekler muhteliftir.