Thursday

Hayatımda Bir Gün

Öküz Dergisi, Ocak 1999

Yıl 1995. Aylardan Mart. Karanlık basmış, görev vakti gelmişti. Hava yağmurluydu, gök gürlüyordu. Cizre Jandarma Komutanlığı'nın avlusunda bekleyen tankıma doğru yürüyordum. Mürettebat, M-60 tankınınn önünde hazır bekliyordu. "Yerlerinize!" diye bağırdım. O karanlıkta, şoför, doldurucu ve nişancı tanka tırmandı ve kapakları açıp içeri girdiler. Çeki kancasına basıp tanka çıktım ve komutan kulesindeki yerime yerleştim. Gece karanlığında Cizre'den çıkıp Cudi Dağı eteklerinde "pusu atacaktık". Şoföre, "Çalıştır" komutunu verdim. Göğüs cebimdeki walkmana, Motzart'ın Requiem'ini koymuştum. Walkmanin kulaklığını taktım ve üstüne "başlık takımını" geçirdim. Tank motorunuun aşırı gürültüsü nedeniyle, pilotların da taktığı, iki kulaklık ve bir mikrofondan ibaret olan başlık takımı olmaksızın mürettebatın tank içinde haberleşmesi mümkün değildi. Doldurucya, "Telsizi aç!" emrini verdim. Ardından walkmenimin butonuna bastım ve Requiem başladı. Hem bu eşsiz müziği hem de telsiz konuşmalarını aynı anda dinleyebiliyordum. Verdiğim talimatlarla şoföre manevra yaptırıp tankımını "nizamiyeden" çıkardım ve her zaman olduğu gibi, durduk. Çünkü silahları doldurmamız gerekiyordu.

Tankın komutan kulesindeki, benim kullanmam gereken 12.27 mm.'lik ağır makineli tüfeğin kurulması için, ucu halkalı zincirlere var gücümle asıldım ve emniyeti açtım. Doldurucu ise tank makineli tüfeğini, yani A4'ü kurdu. Ardından tank topunun kamasını indirip bir tahrip mermisini atım yatağına sürdü. Nişancı ise emrimle, kulenin dönmesini sağlayan güç düğmesini açtı. Kulenin içini aydınlatan mavi ışığın reostasını kıstım. Böylece tank, kapkaranlık gecede ilerleyen karanlık bir canavara döndü. Şoför, gece görüş periskopunu yerleştirdi. Ben de makineli tüfeğime bağlı gece görüş sistemini açtım. Gündüz uyuyor, geceleri ise pusuya gidiyorduk. Uzun zamandır güneşi göremiyorduk. Cizrenin arazisini şimdi bile, gece görüş sensorumdan gördüğüm gibi, yeşil olarak hatırlıyorum. ama o gece, Motzart ve Requiem vardı, her ne kadar parazitli telsiz konuşmalarıyla karışıyor da olsa...

"Fatih-1! İleri!" emrini verdim. Nişancı, topu hedefe kilitleyen stabilizasyonu açınca kule sarsıldı. Artık tehlikeli araziye çıkmıştık. Çamura saplanmamak ve bir RPG-11 roketi yememek için hızla ilerliyorduk. Ölmeye ve öldürmeye hazırdık. Eğer o anda dinlediğim Requiem olmasaydı insanlıktan çıkabilirdim. Zaten bunun için, sadece bir adım atmam bile yeterdi.

Telsizle, "Fatih-2, burası Fatih-1. Durum bildir!" dedim. Fatih-2, bir tepede bizi ve güzergahımızı kontrol eden ikinci tankımdı. Yolumuzun açık olduğu mesajı geldi. Ama ben yine de, kritik arazideki muhtemel pusu yerlerine, darbeler halinde makineli tüfeğimle ateş etmek zorundaydım. Kurduğum savunma ve saldırı sistemi başarıyla işliyordu. "Tank avcılarına da" hazırdık. Bunlar, girdiği bir çukurdan çıktığı anda, tanka atlayıp motor bölmesini molotof kokteylle yakmaya çalışarak ya da periskopları çamurla sıvayarak tankı tahrip etmeye çalışırlardı. Ama doldurucum, elinde MP-5 ile onları bekliyordu.

Pusu yerine geldik. Çevreyi taradıktan sonra makineli tüfeğimi gökyüzüne çevirdim. Bulutlar gitmiş, yıldızlar görünüyordu. Silahıma bağlı pasif gece görüş dürbünüyle yıldızları seyretmeye başladım. Gece görüş sensoru, en zayıf ışığı bile binlerce kez güçlendirdiği için, çıplak gözle görünenden belki binlerce kat daha fazla yıldız vardı. Requiem artık bitmişti. Evet, güzellik buraya aitti.

Yukarıda anlattıklarım gerçektir: 1994-95 yılları arasında Güneydoğu'da askerdim. Savaşı estetize etmek bana göre değil. Her şeyden önce, dökülen kanı okuyucuya satmak istemem. Fakat bu yazımda düşleri değil, gerçekleri paylaşmak istedim. Bununla birlikte gerçekleri paylaşmak zordur. Belki de düşler ortak, gerçekler muhteliftir.

No comments: