Selçuk Orhan
İhsan Oktay Anar'ın romanlarında, belli bir tarihsel dönemin kurgulanması, her şeyden önce okurun imlegemine o dönemin ışığını düşürecek bir dilin yaratılması anlamına gelir. Diğer bir deyişle, roman dilinin kendisi tarihsel dekorun başlıca parçası olur. Yazar, Tarık Buğra ya da Kemal Tahir'den alışık olduğumuz biçimde, tarihin bir öneminin olgulardan yola çıkarak yeniden üretilmesini hedeflemez. Olgulardan ancak yüzeysel olarak, kurmacanın özgün düşlemine ipuçları devşirecek düzeyde yararlanır. Dille ilişkisi de üç aşağı beş yukarı aynı biçimde düşünülebilir; İhsan Oktay romanlarında dil, bir dönemin gerçeğini saptamak ya da belgeleştirmek amacıyla kurgulanmaz. Yazar, okurun zihnini tarihsel dönemin düşsel tasarımına hazırlar.
Dolayısıyla, Amat, Puslu Kıtalar Atlası ya da Kütab-ül Hiyel'i, "tarihsel roman", "tarihsel anlatı" gibi başlıklara ayırırken, kesinlik içeren bir tarihsel sunum ya da tez içermediklerini kabul etmek gerekiyor; bu romanlar, tarihsel veriyle kurgusal dili harmanlayan düşsel anlatılardır. "Tarihsel roman" olarak adlandırılmarında bir sakınca olmayabilir; ancak türün alıştığımız örneklerindense, fantastik romanlara ya da bilim-kurguya daha yakın olduklarını kabul etmek gerekecektir. Yine de, İhsan Oktay Anar'ın romanlarında tarih bilgisiyle eski dile ait söz dağarcığının kullanımının incelenmeye değer bir yanı vardır.
Anar'ın kurgusal dili, düşsel romanlarının geçtiğini varsaydığımız dönemin dili elbette değildir. Yazar, kurmacasını, okuruyla ortak bir dil ve düşlem paydasına yerleştirme çabasındadır. Dolayısıyla, dil kurgusu da, okurun algı düzlemiyle uyumluluk göstermek zorundadır; diğer bir deyişle yazar, okurunu, kurguladığı dilin anlattığı dönemin ya da özel durumun dilinin düşsel bir yansıması olduğuna ikna etmek zorundadır. bu amaçla, dilimizin içinde olduğu eski-yeni ikiliğini kullanma yönüne gider; böylece İhsan Oktay Anar'ın tarihsel romanlarının dokusunu, Eski Türkçe'ye ağırlık kazandıran bir sözcük seçimi ekonomisiyle oluşturur.
Bu dil nelerden oluşur? Kısıtlı ama hedefleri açısından kapsayıcı bir Eski Türkçe dağarcığından, yerleşik kullanımlardan, anlatılan durumun özel jargonundan.... Anlatılan durumun özgün söz dağarcığına hakim olma isteği, örneğin Amat'ta, malumatfuruş bir dilin doğmasına neden olmuş görünmektedir. Yazar, deniz yolculuğunu, denizciliğin, üstelik anlatılan çağdan devşirme terimlerle donatılmış özel diliyle öyküleştirmeye çalışır. Ancak, sözgelimi Amat'ta ortaya çıkan metnin okurun takibini zorlaştırması bir eleştiri konusu olamaz; çünkü, romanın yapay dili, içerdiği terimlerin çağrışım derinliğini taşımaz. İhsan Oktay Anar'ın, zorlayıcı söz dağarcığı, yapay dili, anlaşılmak, çözülmek için değildir; anlatılan durumu pekiştirmek, örneğin okura tarihsel bir çağın ya da denizcilik evreninin etkisini taşıyabilmek için tasarlanmıştır. Okur, bu romanları okuduğunda aslında, bir çocuğun anlamını bilmediği, belki de uydurulmuş büyü sözleri karşısındaki gizemli heyecanını duyacaktır. Hatta kimi durumlarda yazar, sözcükleri doğrudan uydurmaktan ya da modern bir sözcüğü Eski Türkçe'nin fonteiğinde yeniden üretmekten de (Tekila yerine Tek-i Ala, René Descartes yerine Rendekar gibi) geri durmaz. Aşağıdaki satırları örnekleyelim:
Palamar mola edildikten sonra usturmaçalar çekildi. Serenler hiza edildi. Abuzer Reis'in "Ariva!" komutuyla marineller ve diğer denizciler, dayanıklı olması için ziftle sıvanmış, ip merdivenlere benzeyen çarmıklardan direklere tırmandılar ve marsipetlere basıp serenlere yayıldılar. (Amat, s.40)
Yine divane Salim Efendi'nin naklettiğine göre Yafes Çelebi, sayısız makam ve mercinin derkenarı, ilam isteği, havale mührü, harç damgası, kuyruklu ve kuyruksuz sahlarıyla dolu istidasını ve düşahi ile zülkarneyn toplarının çizimini alıp Bayezid'deki Hiyel Kalemi'ne doğru yola koyulmuştu.... yaşları aynı olan çocukları çelik çomak, birdirbir, kabak kabak kapmaca, körebe gibi oyunlar oynuyorlardı. ... Çok geçmeden Sultaniyegâh faslına geçildi ve ev, tanbur, kudüm, kemençe, def, dümbelek ve ney sesleriyle inler oldu. (Kitab-ül Hiyel, s.38-39)
İki örnekte de dikkatimizi çeken birkaç nokta var: Yazar, her durumu özel söz dağarcığıyla anlatmaya çalışıyor; denizcilik söz konusu olduğunda, palamar, usturmaça, seren, marinel gibi gündelik dilin içinde sayamayacağımız terimler anlatımı güdümüne alıyor. Çocukların betimlenmesinde ya da müziğin anlatımında da bir envanterleştirme tutkusu görülüyor. Yine, eski dili kurmanın yolu da, yazar için sözcük seçiminden geçiyor: Nakletmek, divane, makam, merci... Yazar, bürokrasiyi bir evrak savaşı olarak betimlerken de, havale mührü, harç damgası gibi terimleri ardı ardına diziyor.
Aslında, gündelik dilin dışında bir jargonla, bir alt dille ya da antik bir dille yazma çabası kuşkusuz İhsan Oktay Anar'la başlamış değildir; çeşitli gerekçelerle birçok yazar dili kurgulama eğilimindedir. Sözgelimi Ian Mcewan'ın, dilimize Cumartesi adıyla çevrilen romanında, beyin cerrahının pratiği, okurun yabancısı olduğu teknik tıp terimleriyle anlatılmıştır. Oğuz Atay, Tutunamayanlar'ın, Selim'in el yazmalarından oluşan bölümlerinde, öz Türkçe ve Eski Türkçe'yi parodileştirmeye çalışmıştır. Kemal Tahir'in özellikle köy romanlarında, Çorum şivesinden esinlenerek yarattığı akıcı, sert bir dil karşımıza çıkar. Mustafa Kutlu, Sır'da, tasavvuf dilini öyküye taşımaya çalışır. Dil bu saydıklarımız gibi yapıtlarda anlatım aracı olmaktan öte kurmacanın bir parçasıdır, hatta çoğu zaman ta kendisidir.
İhsan Oktay Anar'ın romanlarında betimlemenin özel bir yapıtaşı olduğunu da es geçmemek gerekiyor. Kitab-ül Hiyel, yazarın düşsel betimleme tutkusununun doruğa taşındığı bir romandır. Zihni Sinir icatlarına benzeyen düşsel tasarımlarını yazar önce kurmacanın içine bir yapbozun tamamlayıcı parçası gibi yerleştirir; ayrıntılı işlek bir betimlemeyle okura tanıtır, bununla da yetinmez bir de taslak çizimini sayfanın bir köşesine yerleştirir. İhsan Oktay'ın romanları da çeşitli bakımlardan aslında Kitab-ül Hiyel'de geçen düşsel oyuncaklara benzetilerek anlaşılabilir: Kitab-ül Hiyel'deki tasarımların hiçbiri gerçekte uygulanabilir değildir- ya da en azından uygulanabilirlik açısından sınanmak, gerçekleştirilmek için düşünülmemişlerdir. Romanlar da tarihsel gerçeğin ideolojik bir yansıması değildir. Kitab-ül Hiyel tasarımları gibi, İhsan Oktay Anar'ın kurmacasında da düşsel bir mekaniğin egemen olduğunu eklememiz gerekiyor. Kişiler, ortam, olaylar neye yöneldiği pek anlaşılmayan bir makinenin tekdüze dişlileri gibidir; her birinin işlevi tek yönlü olarak tanımlanmıştır. Yazarın dil kurgusu da, tıpkı Kitab-ül Hiyel'in oyuncakları gibi bir icattır. Sözcük dağarcığı neye yaradığı anlaşılamayan bir dişliler yığınına benzer; bu tıpkı Charlie Chaplin'in Modern Zamanlar filmindeki makineyi andırır: Öyle bir makine olmamıştır, asla da olmayacaktır; ancak kalabalık dişlilere, silindirlere, manivelalara bakıp seyirci, "Bu bir makine" diyecektir; filmle seyircinin orak düşlemi arasında öykü ilerleyecektir.
İhsan Oktay Anar'ın romanlarında, sıklıkla mizahlaşan bir çeşit alegoriye rastladığımızı da ekleyelim: Amat, Kuran ayetlerinden alıntılarla, "Kaptan Efendimiz"in dinsel mitolojiyle ilişkilendirilebilecek konuşmalarıyla sahte bri ezoterizmin izlerini taşır. Yazar elbette dinsel bir mesaj vermek ya da alegori yoluyla dinselliği alaya almak amacında değildir; aslında sadece, dinsel söylemin bilinmeyene ilişkin parçalarını soyutlayarak, romanın gizem havasını beslemek istemiş gibi görünmektedir. Benzer bir ilişkiyi Puslu Kıtalar Atlası ile felsefe arasında kurmak da elbette olanaklı görünmektedir. İhsan Oktay'ın kurmacası bir gizemle çözümü arasındaki gerilime oturmuştur. Kitab-ül Hiyel'in, devr-i daim makinesi çevresinde dönen arayış öyküsü de akla gelmelidir. Bu alegori aslında, İhsan oktay Anar'ın romanlarının zaafını da oluşturur; çünkü, romanların çoğunda kişiler ya da anlatıcının kendisi, alegorinin kaynaklarına dayanarak aforizma ayarı sözler etme eğilimindedir: Oysa, İhsan Oktay Anar'ın romanlarının yapıtaşı göndermelerden çok aslında bu işlenmiş malumatfuruşluktur. İhsan okay Anar'ın kurmacası da dil kurgusu da gereksiz yüzeysel bilgiyle ağırlaştırılmıştır. Kuran ayetlerinden alıntılar, kaba tarihsel veri, romanın konusuna göre denizcilik ya da fizik-mekanik terimleri, basitleştirilmiş felsefe, kurmacaya gevşek bağlarla yerleştirilmiştir; yazar aslında hiçbirini derinlemesine tartışmaz, sadece bu konuların uyandırabileceği merak değerinin peşindedir. Bu aslında tıpkı spritüalistlerin, bilimsel verileri çarpıtmasına ya da gazetecilerin felsefe-tarih tartışmalarını yüzeysel yorumlarıyla gündeme taşımalarına benzer. Bu anlamda, İhsan Oktay Anar'ın, Kuran göndermeleri ya da felsefe metinleriyle kurduğu oyunsu bağlantılar, Necip Mahfuz ya da Salman Rüşdü gibi yazarlarla karşımıza çıkan eleştirel gerçekçilik çabasıyla hiçbir benzerlik göstermez. Anar, tıpkı Borges gibi düşsel-mistik sonucu için bu metinleri kurcalamaktadır; ancak Borges gibi, ince bir tartışmaya sürükleme eğilimi de göstermez. Kolay tüketilebilir bir eğlence edebiyatının kurmaca alt yapısına yönelir.
Her kurmacada, asgari düzeyde de olsa bir gerçeklik duygusu, düşsel bir anlatı bile olsa neden-sonuç ilişkisi ararız. Tarihsel roman yazarının da, konu ettiği dönemin ya da durumun etkisini yaratabilmek için dille oynaması kadar olağan bir şey yoktur. İhsan Oktay Anar'ın romanlarında oyunlaştırılmış bir kurmaca dilin iki yüzünü de ele almaya çalıştık: Birincisi yazar, romanlarında dili kurgulayarak tarihsel gerçeklik etkisini vermeyi başarmıştır; en azından düşsel dünyasını, okuruyla ortak bir tarih evreninde canlandırmaya çalışmıştır. Diğer yandansa, öykünün amacı ötesinde bir söz dağarını yüklenmek zorunda kalan bu kurgusal dil, tarihsel verinin işlenmesi çabasıyla birleşerek bir malumat yığınına dönüşme eğilimi göstermiştir. Bu iki yüzün, yazımızın dışında kalan ortak sonucu ise edebiyatımız için mutlaka araştırılması gereken, son yıllarda giderek merkeze oturmaya başlamış yazı-eğlence dengesidir.
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment