Friday

Puslu Kıtalar Atlası'nın Muktedir Mâdûnları

Deniz Aktan K.


İhsan Oktay Anar'ın Puslu Kıtalar Atlası adlı romanı, 17. yüzyıl İstanbul'unda geçen fantastik bir hikaye anlatır. Ana karakter Bünyamin'in hikayesi, onunla bir şekilde ilişkiye geçen, onun hikayesi ile doğrudan ya da dolaylı ilgisi olan karakterlerin hikayeleri tarafından çerçevelenir ve tarih-roman ilişkisi bağlamında sorunsallaştırılan tarihyazımıyla çok katmanlı zengin bir anlatıya dönüğşür. Romanın en göze çarpan özelliği de, bu anlamda odağına aldığı geçmiş kesiini "tabi olanların, dışlananların, aşağı ötekilerin" ya da diğer bir deyişle "tarih-dışı" bırakılanların hikayelerine yaptığı vurgu üzerinden aktarmasıdır.

Roman, "Ulema cühela ve ehli dubara; ehli namus, ehli işret ve erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikayet ve beyan etmişlerdir ki kun-ı Kainattan 7079 yıl, İsa Mesih'ten 1681 ve Hicretten dahi 1092 yıl sonra, adına Konstantiniye derler tarrakası mehur bir kent vardı" (Anar, 2003:13) cümlesiyle başlar. Bu cümle, okunmaya başlanan tarihsel bir roman olduğunu duyurmanın dışında kaynak olarak seçilen grupları (alimler, cahiller, yalancılar, namusluluar, içkiciler, eşcinseller), bu gruplar aracılığıyla edinilen tarihsel verilerin güvenilirliklerini (hikaye etme ve ilan etme) ve bu verilerin aktardığı zamanın farklı başlangıç noktalarına dayanan takvimler tarafından farklı rakamlarla nasıl sabitlendiğini (evrenin yaratılışına göre, miladi ve hicri takvime göre) de vererek, okunan tarihsel romanın yansıtmaya çalıştığı tarih algısına da gönderme yapar. Bu doğrultuda, romanın ilk sayfasındaki bu kaynak ve rerefans noktası çokluğu, aslında romanın çekirdeğine işaret eder.

Peki bu çekirdek, içinde nasıl bir tarih algısı barındırmaktadır? Öncelikle, yukarıda da söylendiği gibi, aynı olguyu aktarmak için referans alınan verilerin çokluğu, bu anlatının tek bir merkezden yazılmadığını vurgular. İkinci olarak, bu çok merkezlilik hali ve iktidarın tarihi arasında bir ilişki kurulur. Referans alınan kaynaklar sadece alimler ya da namusluluar değil; aynı zamanda da güvenilmez olarak kodlanan ve tarihsel metinlerde referans olarak alınmayan cahiller, yalancılar, içkiciler, eşcinsellerdir. Üçüncü olarak, bu kaynaklardan edinilen veriler, güvenilirlikleri bağlamında konumlandırılarak, romanda sadece ilan edilen tarihsel verilere değil; hikaye derecesinde kalmış anlatılara da yer verileceği vurgulanır. Dördüncü olarak, aynı zamansal aralığın farklı ifadelerle aktarılması, tarihin kurgusallığına, ilişkilerden ve çatışmalardan bağımsız, doğal bir bütün değil; farklı bakış açısı ve inançlarla şekillenen bir inşa olduğuna gönderme yapar. son olarak da, tüm bu referans noktalarının, İstanbul'un karmaşası bol bir şehir olduğunu anlatmak için aktarıldığının söylenmesiyle, tarihin bilimsellik iddiası mizahi bir tonla eleştirilmiş olur. Güvenilirlikleri ve çeşitlilikleri bir yana, aktarılan olgu birçok kanıt gösterilerek sunulmuştur.

Bu nedenle bu ilk cümle, sadece tarihin kurgusallığını hatırlatmayı ya da sorgulamadığımız tarih kavrayışımızı sarsmayı değil, "muktedir" ve "mâdûnun" tarihsel metinlerdeki konumlarını sorunsallaştırmayı da amaçlar. Tarihyazımı sürecinde referans alınabilecek kaynakların çeşitlenmesi yoluyla, sesi duyulmayanın, kendi tarihini anlatamayanın, tarihin içine alınmayanın sesini mizai bir dille tarihe eklemler.

Sözü edilen bu eklemleme ise tarihyazımına yön veren, zaman-mekan-özne seçimine dayalı üçlü yapının, kurmaca da olsa bir geçmiş kesitini sergileyen bu metinde de korunmasına ve aldığı hale dairdir. Bu doğrultuda, zaman 17. yüzyıl, mekan ise İstanbul, özellikle Galata'dır. Ancak, zaman ve mekan seçimi öykü bağlamında önem taşısa da romanda öne çıkan temel unsur özne seçimidir. Odağa alınan geçmiş kesiti, romanda iktidar özneler ya da bu öznelerin hikayelerini aktarmaya yardımcı olacak şahitler üzerinden değil; hakim sistemden dışlanmış, arkalarında kendi metinlerini bırakamamış, tarihin tozlu raflarında doğrudan, kendi sesleriyle varolamamış, tarihten gizlenmiş mâdûnlar üzerinden kurgulanır.

Mâdûnlar, anlatıda yer verilen ve metnin yarattığı olası dünyayı, üzerinde uzlaşılan gerçeklik bağlamında tutarlı kılmayı sağlayacak süsler olarak değil; romanın öne çıkan karakterleri olarak sergilenirler. Korsanların, yangın gözcülerinin, esirlerin, bıçkınların, kalyoncu taifesinin, arayıcıların, dilencilerin, kumarbazların, lağımcıların, cellatların, kulamparaların, hırsızların ya da delilerin "marjinal" sesleri, gündeliğin sesini de kendinden türeterek, romanın inşa etmeye çalıştığı gerçekliğin vazgeçilmez referansları olarak varolurlar.

Bu anlamda, tarihsel metinlerde kendi sesleri ve öyküleriyle yer alamayanların hikayeleri, Puslu Kıtalar Atlası'nın dolambaçlı kurgusunda kendilerine birer yer edinmiş olur. Öyle ki, romanın Bünyamin üzerinden ilerleyen olay örgüsü, farklı kaynaklardan beslenen hikayelerin aynı havza içinde dönüp dolaşarak, ulaşıp karıştığı ve beklenmedik bir anda başka bir noktadan yeniden ortaya çıktığı bir nehre benzer. Ana olay örgüsü, bu hikayelerle beslenirken, hikayenin odağı sürekli değişir. Ana olay örgüsüne eklemlenen bu yan hikayeler de böylelilkle hem çizgisel bir anlatımdan kaçınıldığının hem de herkesin bir hikayesi olduğunu vurgulamış olur.

Dallanıp budaklanan bu anlatının yine de ana gövdeden uzaklaşmamasıysa, romanın bu olayları birbirine bağlama tekniğiyle ilgilidir. Olaylar, ya metnin kendisine (bir önceki hikayeye ya da o sırada odakta olan hikayeye) gönderme yapılarak aktarılır ya da olay akışı içinde gördüklerimiz anlatıda tekrar edilir. Böylece hem romanın parçalı anlatısı ana hikayeden ayrılmamış olur hem de bu metinsellik, tarihsel bir anlatı olan romanın metinselliğini sergileyerek, tarihin metinselliğini mâdûnların tarihini aktarırken yeniden vurgular.

Romanın sürekli odak değiştirse de bir şekilde Bünyamin'in hikayesine bağlanan parçalı anlatımının bir başka özelliği ise sıklıkla masalsı öğelere yer vermesidir. Bu masalsı öğeler, bilimsellik iddiası taşıyan modern tarihin kalıp ifadelerine karşı çıkışı ortaya koyması ve tarihin kurgusallığını hatırlatıp, edebiyat-tarih yakınlığını pekiştirmesi bağlamında önem taşır. Bunun dışında, resmi anlatılarda kendini ifade olanağı bulamayan mâdûnun halk kültürüne sızan sesinin yeniden canlandırılmasını amaçlar.

Ancak sözü edilen bu "canlandırma/diriltme" uğraşı da, yitip giden, geçmiş içinde kaybolan, özne-olmayan özneliği dolayısıyla sesi duyulmayan mâdûnun temsil edilme imkanının kurgudan geçmesi bağlamında, kendi çatışmasıyla birlikte varolur. Öyle ki, eğer mâdûniyet, kanuşmaya muktedir olmama anlamına geliyorsa, mâdûnun sesinin, bu "canlandırma/diriltme" uğraşından bağsızlaşması mümkün değildir. Puslu Kıtalar Atlası ise tam bu noktada, bu temsil sorununu üstkurmaca tekniğinin sunduğu olanaklarla yansıtarak, üstkurmacaya hem tarihin kurgusallığının vurgulanmasına hem de mâdûnun dilsizliğinin aktarılmasına dair bir işlevsellik atfeder.

Romanda, üstkurmaca tekniği Büynamin'in babası Uzun İhsan Efendi'nin düşe dalarak bir dünya atlası yapması izleği üzerinden kurulur. Bu atlasın yaratılma süreci romanda aktarılır ve atlasın tamamlanmasıyla birlikte, "Puslu Kıtalar Atlası" adını taşıyan bu atlasın okunan metinle ilişkisi ve bu atlasın gerçek yaratıcısının kimliğine dair sorular romanın merkezine yerleşir. Bu doğrultuda, romanla atlas, İhsan Oktay Anar'la da Uzun İhsan Efendi kurgu ilerledikçe özdeşleşmeye başlar. Sözü edilen bu özdeşlik ise, mâdûnun sesine dayanak olarak sunulur. Böylece roman, kendi sesi ve öznelliği resmi metinlerin egemenliği altında yitip gidenleri, görünür olmayanları üstkurmacanın verdiği kurgusallığı ön plana çıkarma tekniğiyle "puslu" da olsa yeniden var eder.

Kendisini bir kahraman olarak hissediyordu ama, Ebrehe'nin dediği gibi fazlasıyla silikti ve küstahça verdiği cevapları sanki birisi kulağına fısıldamıştı. Kendisine yol gösteren bu fısıltıyı tanır gibiydi. Babasının sesine benziyordu ve sanki her yere nüfuz etmişti. Bünyamin, elinde olmaksızın zavallı babasının ta baştan beri büyük bir oyun oynadığını, karnından konuşanlar gibi su şırıltısından gök gürültüsüne, acı feryatlardan zevk inlemelerine, esnaf bağırtılarından savaş naralarına kadar bütün sesleri taklit ettiğini ve meddahlar gibi sesini kılıktan kılığa sokarak herkesi konuşturduğunu düşündü
(s.154)

No comments: