Monday

METİNLERARASILIK BAĞLAMINDA İHSAN OKTAY ANAR ROMANLARININ GELENEKSEL ANLATI TÜRLERİYLE İLİŞKİSİ 



 Gülseren ÖZDEMİR 


Bu bildiride metinlerarasılık tekniği yoluyla İhsan Oktay Anar romanlarının geleneksel anlatı türleriyle etkileşimi üzerinde durulacak, bu durumun sebep ve sonuçları tartışılacaktır. Ayrıca İhsan Oktay Anar romanları üzerinden, uzun bir gelişim süreci sonucunda doğan roman türünün günümüzde başka metinler ve başka türlerle karışma sürecine girdiği gösterilmeye çalışılacaktır. 

Yazarın kendi metnini başka metinlerle ilişkilendirerek yapılandırması anlamını taşıyan metinlerarasılık, postmodernizmin en önemli tekniklerinden biridir. Metin içerisinde, yazılmış ve söylenmiş her türlü söze bu tekniğin kullanılması yoluyla gönderme yapılabilir. Yazar kendi yapıtının etkileşim içinde olduğu metinleri tercihine göre dönüştürerek veya dönüştürmeden kullanabilir. Günlük, şiir, mektup, masal, halk hikâyesi, ansiklopedik bilgi, makale, televizyon haberi, reklâm yazısı gibi edebî özelliği olan veya olmayan metinleri romana sokma ve farklı üslûplara yönelen bir anlatımı tercih etme postmodernizmin çoğulculuk ilkesinin romana yansımalarıdır. Postmodernizm, yine bu ilkeye bağlı olarak evrensel kültür yerine millî, mahallî kültürleri ön plâna çıkarır ve bu kültürlere ait anlatıları -efsane, destan, menkıbe, masal, tekerleme, türkü, mani vb.- yapıta sokar. Modernizmin yaratmaya çalıştığı elit edebiyata giremeyen, halk arasında yaşayıp kaybolmuş, unutularak tarihe gömülmüş metinleri yeniden okura sunar. 

Gürsel Aytaç metinlerarasılığı “ister edebî ister teknik hiçbir metnin dışa kapalı olmadığı görüşüyle edebî metin dokusuna hem edebiyat alanından, hem de başka alanlardan metin parçaları katılabileceğinin, böylece de dilin bütüncül bir deney (unviversalexperiment) olma niteliğinin ortaya konması”(1)olarak tanımlar. Bahtin’in diyalogsallaşma kuramının bir süre sonra Julia Kristeva aracılığıyla 1970’lerde metinlerarasılık kavramıyla güncellik kazandığını belirten Aytaç(2) bu kavramı açıklamak için Kristeva’nın “Her metin bir alıntılar mozayiği üzerine kuruludur, her metin, bir başka metnin sindirilmesi (absorption) ve dönüşümüdür (transformation).” (3)sözünü hatırlatır. 

 Disiplinler arasındaki sınırların ortadan kalktığı günümüzde edebi türler arasındaki sınırlar da aynı hızla silinmekte, çokkültürlü karmaşık heterojen metinler ortaya çıkmaktadır. Genel olarak postmodern özellik gösteren, hem içerik hem de anlatım şekli bakımından çok sesli bir yapı arz eden İhsan Oktay Anar romanlarında metinlerarasılık, roman metnini alışılmış şeklinden uzaklaştıracak kadar etkilidir. Puslu Kıtalar Atlası (1995), Kitab-ül Hiyel(1996), Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri (1998), Amat (2005) ve Suskunlar (2007) adlı beş romanıolan İhsan Oktay Anar’ın metinlerindeki bu çok kültürlülük ve çok seslilik, onları klasik roman kurallarından tamamen uzaklaştırır. Yazarın romanlarının dokusunda tarih, felsefe, psikoloji, fizik, matematik, coğrafya, teoloji, mitoloji, halk bilim, müzik, resim, sinema gibi çok çeşitli disiplin ve alanların yanı sıra özellikle geleneksel anlatı türlerinin etkisi belirgin bir şekilde hissedilir. Anlatım mitler, destanlar, masallar, efsaneler, menkıbeler, halk hikâyeleri, meddah hikâyeleri, kıssalar, seyahatnameler, mesnevîler, tezkireler, vakayinameler ve kutsal metinlerle o derece iç içe geçmiş ve o derece kaynaşmış durumdadır ki, bu yapıtlara roman yerine anlatı demek daha doğru olur. İhsan Oktay Anar, romanlarının diğer türlerle ilişkisini, pastiş ve parodi teknikleri yoluyla taklit (imitation) üzerine kurar. Burada taklit (imitation) kelimesi ile kastedilen, saf bir kopya değil, yeniden üretimdir. Üstelik İhsan Oktay Anar taklitlerini gizlemeye çalışmamakta, aksine bunları özellikle açığa çıkartmaktadır. Çünkü yazar üslûp ve içerik taklitleri yoluyla romanlarının bütün ögelerini kesinlikten uzaklaştırmakta; kesin bilgiden değil düşsel ve yorumsal bilgiden yana olduğunu ortaya koymaktadır. Özellikle fantastik ögeler barındırmaları ve hayal gücü ile büyüyüp zenginleşme özelliğine sahip olmaları nedeniyle geleneksel anlatı türleri yazara bu imkânı sağlar. “Geleneksel anlatı türleri” ile, bütün insanlığa mal olmuş sözlü ve yazılı tarihî türler anlatılmak istenmektedir. İhsan Oktay Anar yerel kültür ögelerinden olduğu kadar evrensel kültür ögelerinden de yararlanır. Modern romanı geleneksel türlerle, doğu anlatı geleneğini ise batı anlatı geleneğiyle buluşturur. Geleneksel anlatı türleriyle kendi metinlerini birleştiren ve bunlar arasında farklı bağlantılar kuran İhsan Oktay Anar, insanlık bilincinin kodlarını yapısöküm yoluyla yapıtlarında açığa çıkarmaktadır. 

 Edebî türler eski/geleneksel veya modern olmaları bakımından bir dönem ayrı tutulmuş olsalar da günümüz edebiyatına damgasını vurmuş postmodern düşünce onları yeniden bir araya getirmiştir. Bir akım olarak etkisini hâla devam ettiren postmodernizmde, moderne inat geleneksel anlatılara eğilim çok büyük önem taşımakta, postmodern teknik ve yöntemlerle geleneksel olan yeniden üretilmektedir. Yeni Türk edebiyatının ilk döneminde Emin Nihat’ın, Aziz Efendinin, Ahmet Mithat’ın, Namık Kemal’in, Hüseyin Rahmi’nin yapıtlarında kendinden uzaklaşma ve ötekine yaklaşma çabalarına rağmen geleneksel olandan kopul(a)mamıştır. Ancak bu durum o dönemde daha çok alışkanlıktan ve zorunluluktan kaynaklanmışken, günümüzde Türk edebiyatı geleneksel olanla arasına mesafe koyma çabasında değildir. İhsan Oktay Anar romanlarının Âmâk-ı Hayal (Filibeli Ahmet Hilmi), Muhayyelat (Giritli Aziz Efendi),Müşahedat (Ahmet Mithat) gibi hazırlık dönemi ürünleriyle benzerlik göstermesinin nedeni budur. 

 Geleneksel ve modern anlatılar arasındaki yakınlık ve uzaklığa işaret eden İhsan Oktay Anar’ın metinlerarasılık tekniği yoluyla yeniden ürettiği metinlerin kendilerine has kuralları olmakla birlikte, eski tarihî türlerle en önemli ortak yanı fantastiktir. Son dönem Türk edebiyatında fantastik kurgu türüne yakın metinler olmaları nedeniyle önemli bir fonksiyon üstlenen İhsan Oktay Anar romanlarında, özellikle eski tarihî türlerde çok karşılaştığımız ama daha sonra geri ve ilkel bularak uzaklaştığımız fantastik unsurlar çok fazladır. Kendine özgü bir gerçeklik barındıran fantastiğin hayal gücüne dayalı özgür anlatımından yararlanan yazar, eski tarihî türlerin içerdiği modernizme zıt gerçeklik anlayışını onaylar ve romanlarında doğu fantastiği ile batı fantastiğini birbirine yaklaştırır.

 İhsan Oktay Anar romanlarında parodi(4)ve pastiş (5)yoluyla taklit edilen geleneksel anlatı türlerinin bol mizah ve bol ironi ile altı oyulduğu, ayrıca bunlar saptırma ve yadsımaya maruz kaldığı için, yazarın ve hatta anlatıcının kendi metnine inancı ve okuru inandırıcılığı söz konusu değildir. Taklit edilen orijinal metinlerle İhsan Oktay Anar anlatıları arasındaki en önemli fark budur. İlahî karakterli kişilerin bile âdeta karikatürlere dönüştüğü bu romanlarda yazar, söz konusu geleneksel metinleri örnek olarak görmemekte, aslında bunları taklit yoluyla, rasyonel bilginin yergisini yapmaktadır. Ayrıca üstkurmaca yoluyla okurun dikkatini yazara/kendisine çekerek üslup ve içerik taklitlerini daha da görünür kılmakta ve okuru epik tiyatrolarda gördüğümüz türden bir metne inançsızlığa, kasıtlı olarak götürmektedir. 

 Kendi üslûbu içerisine yedirdiği ve birbiri ardına kullandığı değişik üslûplarla, yapıtlarını âdeta metinler geçidine dönüştüren İhsan Oktay Anar, romanlarında başka metinlere sürekli göndermeler yapar ve çoğu zaman gönderme yaptığı metinleri bilinenden daha farklı şekilde anma, anlatma ve taklit etme yoluna gider. Roman anlatıcılarının, metin içerisinde kaynak olarak gösterdiği yazar ve yapıtların çoğu uydurma olsa da, yazarın metinlerini ilişkilendirdiği disiplinlerin tanınmış kişi ve yapıtlarından söz ettiği veya bu kişi ve yapıtları sadece bilenlerin tanıyabileceği şekilde değiştirdiği de olur. Söz gelimi Puslu Kıtalar Atlası’nda bu anlamda en çok dikkat çeken yapıt, Kubelik’in Arap İhsan için Rendekâr’dan çevirdiği “Zagon Üzerine Öttürme”dir. Bahsedilen kitap René Descartes’ın “Yöntem Üzerine Konuşma” adlı yapıtıdır. Descartes’ın ünlü “Düşünüyorum, o halde varım.” sözü üzerinden roman kahramanı Uzun İhsan aracılığıyla varlık felsefesi ile ilgili yeni bir görüş ortaya atılmakta ve bu görüş zaman zaman bir leitmotiv gibi tekrar edilmektedir. Kitab-ül Hiyel’de de ünlü isimlere anıştırma yoluyla çeşitli bahanelerle yer verilir: el-Cezerî, Ahmed bin Musa, Gâilevî(Galileo), Passaksal(Pascal), Harirî, Fisagor (Pisagor), Jül Vern(Jules Verne) gibi. Romanda bahsi çok sık geçen el-Cezerî’nin Kitab-ül Hiyel adlı kitabı, romanın temel yapısını belirlemesi açısından önemlidir. “İslamın altın çağında Robotik biliminin babası olarak kabul edilen ve sibernetik üzerine çalışmalar yapan ilk müslüman bilim adamı ve mühendisi olan el Cezerî’nin kısaca Kitab-ül-Hiyel olarak bilinen ‘El Câmi-u’l Beyn’el İlmî ve El-Amelî’en Nâfi fî Sınâ'ati’l Hiyel (Mekanik Hareketlerden Mühendislikte Faydalanmayı İçeren Kitap) adlı Arapça eseri ile İhsan Oktay Anar’ın Kitab-ül Hiyel’i birbiriyle paralellik gösterir. İhsan Oktay Anar kendi Kitab-ül Hiyel’ini elCezerî’ninkine benzer şekilde düzenlemiştir. Romanda anlatılan üç kuşaktan mucidin plan ve proje çizimleri ve tasarlanan alet ve makinelerin yapım ve çalışma şekilleri el-Cezerî’nin kitabındaki gibi anlatılmaktadır. Bilimsel yapıtlarla edebî yapıtların aynı yazılı metinler dairesi içerisinde yer aldığının iddia edildiği günümüzde bu tür bir metnin okura roman olarak sunulması şaşırtıcı bir durum sayılmaz. Kaldı ki yazar burada zaten bilimsel olma gayreti içerisinde değildir. Kitab-ül Hiyel adını verdiği kitabıyla, başka bir Kitab-ül Hiyel’i yeniden yaratarak taklit etmekte ve bunu da roman formu içerisinde yapmaktadır. 

 İhsan Oktay Anar’ın romanlarında bahsi geçen, gerçekliği bulunan yazar ve yapıtlar yanında, uydurma yazar ve yapıt adları ile de sık sık karşılaşılır. Bu uydurma kaynaklar, metnin kurgusallığını vurgulama işlevi taşırlar. Söz gelimi Amat’ta adı geçen Tezâkirü’l Mücrimin(15)(Kurşunlu Mahzen Kâtibi Hamamcı Musa Efendi), Kamûsu’l Desais(16) (Rûznamçe Kisedârı Ölügözlü Cuma Bey), Kitabü’l İber (17) (Kuşçubaşı Halifesi Kuyruklu Rıza Çelebi), Silsiletü’l-Havadis(18) (Masraf Kâtibi Kuzgunî Halim Efendi) Kevâşifü’l-Melânet ve’l Habâset(19) (Vakanüvis Şaşı İkram Efendi) Akaidü’r Rezâil(20)(Selâm Ağası Kekez İsmail Dede Hazretleri), El Beyân fî Makasidü’l Lûtîyân (21) (Yedekçi Baba Maymunî İlyas Baba Hazretleri), Menâkıbü’l Mebain (22) (Buhur Mütevellisi Kılbaz Yakup Dede Hazretleri) Amat’ın temel yapısını belirleyen ve birbirinden farklı bilgiler veren kaynaklarıdır. 

 Hangi türden olursa olsun bir metnin tamamen nesnel kesinlikler içermesinin mümkün olmadığını düşündürtmek isteyen yazar, romanlarını farklı kişilerin rivayetlerine yer vererek ve bu rivayetlerin güvenilirliğini sarsarak muğlak bilgilerle donatır. Vakayinâmelerde ve tezkirelerde kullanılan dili ve üslûbu tarihin metinsel/kurmaca olduğunu vurgulamak amacıyla taklit eder. Zaten İhsan Oktay Anar romanları tarihî romanlar değil, günümüz dünyasının hayal gücü ile yaratılmış bir tarihi atmosfer taşıyan tarihsel romanlardır. Anlatıcıların verdiği bilgilerin muğlaklığı ve kişiye göre değişebilirliği; vakayinâme ve tezkirelerin biçimsel unsurları içerisinde küçük sıradan insan yaşamının -Gürsel Korat’ın deyimiyle “sınırdaki kişilerin ve iktidar olamamışların”(23)- anlatılması, yani bir anlamda parodik bir mikro tarihçilik yapılması, yazarın tarihi yoruma açık bir metin haline getirme çabasında olduğunun ve resmî tarih anlayışını benimsemediğinin kanıtıdır. Söz gelimi Puslu Kıtalar Atlası, “Ulema, cühela ve ehli dubara; ehli namus, ehli işret ve erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikâyet ve beyan etmişlerdir ki kun-ı kainattan 7079 yıl, İsa Mesih’ten 1681 ve Hicret’ten dahi 1092 yıl sonra, adına Konstantiniye derler tarrakası meşhur bir kent vardı.”(24)cümlesiyle başlar. Okurun metne inancı, anlatılacak olayların farklı türden birçok kişi tarafından (âlimler, namuslular, cahiller, düzenbazlar, içkiciler ve sapıklar) rivayet ve hikâyet edilmiş olduğunun vurgulandığı bu ilk cümle ile sarsılmaktadır.

 İhsan Oktay Anar’ın Osmanlıca kelimelerin de yardımıyla vakanüvist tavrını en fazla gösterdiği romanlar, Amat ve Kitab-ül Hiyel’dir. Kitab-ül Hiyel’den alınan aşağıdaki parça, yazarın, gerçeklik algısının göreceli olduğunu özellikle kanıtlama çabasında olduğunu gösteren güzel bir örnektir: 

  Râviyân-ı ahbar ve nâkilan-ı âsâr, Yâfes Çelebi hakkındaki rivayet, hikâyet ve menkıbelerin hemen hemen bu kadar olduğunda ittifak etmişlerdi. Fakat Vakanuvis Hamamcı Cemşid Bey onun hiyel ilmini bıraktığını, çünkü bilindiği gibi, “hiyel”in Arabîde “hiyleler” demek olduğunu belirtir. Tamburlu kıraathanede berberlik yapan Laz Şevket Efendi ile rûznamçe halifesi Vanî Midhat Efendi, onun tahtelbahirden kurtulduktan sonra sağır kaldığını rivayet etmişlerdir. Ayrıca Martaloz Beşir Bey onun bu vaziyette tam yirmi yıl, Tiryaki Fülfül Çelebi ile İspirizade Enver Efendi onyedi yıl, Kul İshak Çelebi ondokuz yıl, Abaza Sabit Efendi ile mahdumu Çeşm-i Yek Boncuk Çelebi ise oniki yıl yaşadığını ileri sürerler. Ancak işin aslını bilenler, onun Vaka-yı Hayriye zamanında katledildiğini beyan etmişlerdir. Nakledildiğine göre, yeniçerileri tenlerindeki dövmelerden tanıyan halk, onun sol kolundaki dövmeyi görünce Yâfes Çelebi’yi ocak pîri sanmış ve gövdesinden palayla ayırdıkları başını evinin avlusundaki kör kuyuya atmıştır. Evlatlığı Davud’un boynundaki madalyona bir sabır taşı hak ettirdiği ve malını mülkünü azad ettiği kölesine bıraktığı rivayeti mevsukadandır. 

  Tarihler, Yâfes Çelebi Hazretlerinin o efsanevi iktidar taşını elleriyle tuttuğunu yazarlar. Bilindiği gibi bu taşa Büyük İskender de dokunmuştu ve ona dokunan kişi sonsuz iktidarın sahibi olurdu. Bunun yanında o, Köse Recep Efendi, Divane Salim Efendi, Karaaygır Bayram Paşazade Sünnetçi İmdat Efendi ve Kürd Recep Efendi’nin huzurunda, bu taşın er ya da geç kendi evine yine geleceğini beyan eylemiştir. Müdde-i ömürleri yetmişüç yıl ve devr-i tahayyülleri kırkyedi yıldır. Başsız gövdesi Kasımpaşa mezarlığında gömülüdür. Toprağının sıtmaya iyi geldiği söylenir. (25) 

 İhsan Oktay Anar romanlarında büyük metinler küçük metinlerle iç içedir. Bunlarda çoğunlukla kutsal anlatılar basitleştirilir, parodi ve pastiş yoluyla taklit edilir. Bazı romanların başında -kitabın içeriği ile de ilgili olan- kutsal kitaplardan alınmış ayetler epigraf (26)olarak kullanılmıştır. Kitab-ül Hiyel’e Kur’an’dan ve Eski Ahit’ten -ikisi de Davut’la ilgili olan- birer ayetle başlanır: 

  “And olsun ki biz, Davud’a katımızda bir imtiyaz verdik, ‘Ey dağlar! Onunla birlikte tesbih edin.” dedik. Kuşlara da bunu duyurduk. Ona demiri yumuşak kıldık.” Kur’an, xxxıv, 10 (27) 

  “Ve Saul kendi esvabını Davud’a giydirdi, ve başına tunç başlık koydu, ve ona zırh giydirdi. Ve Davud esvabı üzerine kılıç kuşandı, ve yürümeye çalıştı, çünkü alışmamıştı. Ve Davud Saul’a dedi: Bunlarla yürüyemem; çünkü alışmadım. Ve Davud onları üzerinden çıkardı.” (28)
I. Samuel, 37-39 

 Kitab-ül Hiyel’de hiç büyümeyen ve demiri hamur gibi yoğurup istediği şekle sokabilen Davut adlı bir çocuk vardır. Bu çocuğun boynundaki madalyona Yâfes Çelebinin hak ettirdiği sabır taşı sonunda çatlar ve kendisine işkence eden zalim Filistî Calûd’u kafasına fırlattığı iktidar taşıyla öldürür.(29)“Kitab-ı Mukaddes’e göre Filistîler, Saul’e karşı savaşmaya geldiklerinde Golyat tek başına teke tek dövüşmek için ortaya çıkar ve Davut, bir sapan ve çakıl taşıyla Golyat’ı yener.” (30)Kur’an’da yer alan Bakara Sûresinin 251. ayetinde de Davut’un Calûd’u öldürdüğü söylenir.(31) 

Yine Amat, Tevrat’ta geçen “Kendine Gofer ağacından bir gemi yap; gemide odalar yapacaksın ve onu içeriden ve dışarıdan ziftle zifleyeceksin.” (Tekvin, 6: 14)(32) âyetiyle başlar. Nuh peygamber, gemisini Tanrı’nın isteği ile yaparken (33), romandaki Nuh Ustaya gemi siparişini veren kişi Şeytanı temsil eden Kaptan Diyavol’dur. Üstelik Nuh’un gemisine ona inananlar girmişken, romandaki geminin bütün tayfası yaşamının bir döneminde cinayet işlemiş günahkârlardan oluşur. Nuh tufanı ile birlikte birçok kutsal anlatının değiştirilip dönüştürüldüğü  Amat’ta temel izlek, Tanrı-Şeytan mücadelesidir. Yazarın hemen bütün yapıtlarında Tanrı’yı ve Şeytan’ı, iyi ve kötü olanı temsil eden kişiler vardır: Puslu Kıtalar Atlası’nda Bünyamin-Ebrehe,  Kitab-ül Hiyel’de Davud-Calûd,  Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri’nde Salih-Azazil, Amat’ta Kırbaç Süleyman-Diyavol Paşa, Suskunlar’da Muhteşem Neyzen Bâtın Hazretleri-Tağut.

Suskunlar’da romanın temel çatısını kehanetleriyle belirleyen Yedikule Kâhininin kehanetine göre, Kostantiniye’de zuhur edecek olan Muhteşem Neyzen Bâtın Hazretleri, bu şehirde seçeceği bir müzisyene “hayat veren nefes”i dinletecektir.(34) Bâtın Hazretlerine karşıbolan Tağut, bu nedenle  şehrin en iyi müzisyenlerini öldürtür. Ama yine de kötülük mücadelesinde başarılı olamaz. Alâattin Karaca  Suskunlar’daki Muhteşem Neyzen Bâtın Hazretleri’nin Tanrı’yı, oğlu Zahir’in Hz. İsa’yı ve Tağut’ın da Şeytanı temsil ettiğini belirtir ve  İhsan Oktay Anar’ın musıkî makamları yoluyla  Ahd-i Atik’in yaradılış bölümündeki dünyanın yaradılışı ile ilgili kısmıyla ilişki kurduğunu söyler. (35)Tevrat’taki bu bölüme göre Tanrı dünyayı altı günde yaratmış, yedinci gün dinlenmiş ve bu günü kutsamıştır.(36) İhsan Oktay Anar  Suskunlar’da,  Tevrat’taki bu yaradılış öyküsünden yola çıkarak Tanrı’nın dünyayı Yegâh, Dügâh, Segâh, Çârgâh, Pençgâh,  Şeşgâh ve Heftgâh adlı musiki makamlarında yarattığını Tevrat’ın üslûbuyla yeniden anlatır. Böylece Tanrı, okur tarafından muhteşem bir müzisyen olarak düşünülür.  

Peygamberleri, melekleri, tarihî mitolojik kişilikleri çoğu zaman aynı bazen de benzer isimlerle sık sık roman kahramanı yapan İhsan Oktay Anar’ın yapıtlarında tasavvuf da son derece etkilidir. Tasavvuftaki çile çekme ve ardından olgunlaşma motifi yazarın bütün romanlarında vardır.  Puslu Kıtalar Atlası’nda Bünyamin,  Kitab-ül Hiyel’de Üzeyir Çelebi, Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri’nde Aptülzeyyat, Amat’ta Kırbaç Süleyman ve Suskunlar’da Eflatun yaşadıkları maceralarla âdeta çile çekerek sürekli değişime uğrar ve sonunda olgunlaşırlar. Bu anlamda  İhsan Oktay Anar romanları mesnevîlere çok benzediği gibi Alman bildungs romanlarını(37) da hatırlatır. (38) Tasavvuf temasının kimi zaman açık, kimi zaman da dolaylı bir şekilde ele alındığı bu metinlerde olgunlaşan kahramanların bir rehberinin -ki bu rehber bazen bir kişi, bazen de bir nesnedir- bulunması da yine mesnevîlerden gelen bir özelliktir. Bünyamin’e babası Uzun İhsan Efendi’nin atlası, Üzeyir Çelebi’ye Hiyel Kalemi Reisi Uzun İhsan Efendi, Aptülzeyyat’a Salih -ki aslında Salih kendisidir-, Kırbaç Süleyman’a Diyavol Paşa’nın kamarasında okuduğu yasak kitap, Eflatun’a Neyzen İbrahim Dede rehberlik yapar ve bu kişilerin olgunluğa erişmesini sağlarlar. Mesnevilerde çok sık rastlanan yol ve yolculuk izleği de Anar romanlarında önemlidir. Özellikle  Amat, insanın yaşam yolculuğunu vurgulamak istercesine tamamen yolculuk alegorisi üzerine kurulmuştur. Ayrıca İhsan Oktay Anar Suskunlar’da Mevlânâ’nın “Kulak eğer gerçeği anlarsa gözdür.” (MEVLÂNÂ, Mesnevî, II, 871 çev. Süleyman Nahifî) ( 39) sözünü kendisine çıkış noktası kabul ederek kurgusunu tasavvufî bir temele oturtur.


İhsan Oktay Anar’ın romanlarında daima varoluşsal bir sorgulama vardır ve yazar bu sorgulamayı insanlık şuurunun ortak mit ve arketiplerini kullanarak daha da belirginleştirir. Özellikle yaradılışla ilgili kutsal mitlere bu romanlarda çok fazla rastlarız. Mitik zamanla güncel zaman arasındaki mesafeyi kısaltan yazar, romanlarını çoğu zaman mitolojik ögelerle  besler. Söz gelimi Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri’ndeki Dünya Tarihi adlı hikâyede şeytanı temsil eden Azail’in kendisinden bütün ilimleri öğrenmek isteyen Feyyuz’a “bilgelik meyvesi” yedirmesi ve Feyyuz’un kâinatın bütün esrarına vakıf olmakla birlikte Azazil’in kölesi olan bir günahkâr durumuna düşmesi; şeytanın oyunu sonucu Havva’nın Adem’e yasak meyveyi yedirmesini ve insanlığın bu olayla günahkâr oluşunu anlatan yaratılış mitini hatırlatır.


Aynı hikâyede  (Dünya Tarihi) Azazil’in kardeşi günahkâr Ehriban, kocası ölünce kocasının dindar kardeşi Salih ile töre gereği evlendirilir. Ehriban yıllar sonra Salih’i kandırarak onunla birlikte olur ve bu birliktelikten Abuzer ve Alemdar adlı yapışık ikizleri doğurur. Başı sağ tarafta bulunan Abuzer, babası Salih gibi sofudur; başı sol tarafta bulunan Alemdar ise annesi Ehriban gibi zevke-sefaya düşkün ve içten pazarlıklıdır. Kötü tabiatlı Alemdar günün birinde cinayet işleyince yapışık ikizler Acıpayam Dağına sürülürler. Destanlarda rastlanan tuhaf yaratıklara benzeyen bu iki başlı dev, bir günahtan doğma ve toplumun dışına sürgün edilme bakımından Dede Korkut Hikâyeleri’ndeki Tepegöz’e benzer. Hikâyede iki başlı devin sürüldüğü Acıpayam Dağına kimseyi yaklaştırmayan dört harami de “Duha Koca oğlu Deli Dumrul”u hatırlatır. İki başlı iki zıt kişilikli dev yaratık, Habil ile Kabil zıtlığına da vurgu yapar.  


Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri’nde romanın hemen başında sözü edilen kabadayının canını almaya gelen insan görünümündeki Ölüm’le pazarlık etmesi de yine “Duha Koca Oğlu Deli Dumrul” hikâyesini hatırlatır.(40)
Ölüm’le oyun oynayan kabadayı bu oyunu kaybedip ölürken, Cezzar Dede torunlarının Ölüm’ü güldürmeyi başarması sonucu, Uzun İhsan ise onu zor bir durumdan kurtarmanın karşılığı olarak yaşama devam etme şansı elde eder. Bu durum, “Duha Koca oğlu Deli Dumrul” hikâyesindeki yazgının değişebilirliği motifi ile paralellik göstermektedir. 

Dede Korkut Hikâyeleri dil bakımından da İhsan Oktay Anar romanlarına etki etmiştir. Yazarın ikilemeleri çok sık kullanması bu etkiyi daha da kuvvetlendirmektedir: 

Üç gün süren düğünde borç harç, altmış koyun, yirmi koç kesildi, kazan kazan pilavlar pişirildi, testi testi ayranlar taşındı, zurnalar zırladı, davullar gümbürdedi, halaylar çekildi, horalar tepildi, lenger lenger yemekler dağıtıldı, avuç avuç paralar saçıldı, gani gani hayırdualar ve alkışlar alındı, yüzler güldü, gözler doydu, gönüller açıldı. Nihayet damatlar gerdeğe girdi.(41)
  

Geleneksel anlatı türlerinden masallar, İhsan Oktay Anar’ın anlatım biçimi üzerinde son derece etkilidir. Zaten yazarın kendisi de  “… masallarımı anlattığım gerçek. Zaman zaman bir demir kadar sert, zaman zaman da sünger gibi yumuşaktır dünya. Ama sadece benim için değil, bütün insanlar için böyledir. Ben o masalı anlatmaya çalışıyorum.”(42)der.Yazarın doğu anlatı geleneğinden aldığı en önemli öge -özellikle  Binbir Gece ve  Binbir Gündüz Masalları yoluyla dünya edebiyatına yayılan- çerçeve hikâye yöntemidir.  İhsan Oktay Anar romanları iç içe ve yan yana anlatı daireleriyle oluşmuş hipermetinlerdir. Bu anlatılar birbirleriyle zaman zaman benzeşik, zaman zaman da oldukça ayrı dururlar. Yazar bir sonraki hikâyeye, çoğunlukla neden-sonuç ilişkisi yerine  Binbir Gece Masallarında olduğu gibi ilgi kurarak geçiş yapmayı tercih eder. Böylece genel izlekleri aynı olan  pek çok alt metin ortaya çıkar ve sonuçta bir şekilde bu alt metinler ana metne bağlanır.  

İhsan Oktay Anar, yapıtlarının kurgusunda  Binbir Gece ve  Binbir Gündüz Masallarının anlatım tarzını esas alırken, diğer taraftan bilinen masalların içeriklerine de yer verir. Metinlerde fantastik kişi, nesne ve olaylara; belirsiz zaman ve mekân ifadelerine, formel sayılara, tabu ve gurbete çıkma motiflerine oldukça sık rastlanır. Efrâsiyab’ın Hikâyeleri’nde fantastik anlatılar yer almakla birlikte, içerisinde doğrudan masallardan da söz edilir. Ölüm ile Cezzar Dedenin oynadıkları hikâye anlatma oyununda Ölüm’den sonra sözü alan Cezzar 
Dede “Bidaz’ın Laneti” adlı korku hikâyesine şu şekilde başlar:


Anadolu köylerinde gecelerin, özellikle çocuklar için çok uzun, çok zevkli ve biraz “ürpertici” geçmesinin sebeplerinden biri de, dedelerin ve ninelerin anlattığı şu cinli perili masallardı. Sinilerde yemek yendikten sonra torun tosun, doğruca ninenin yanına gelir, o sırada kahvesini içen kadından masal anlatmasını istirham ederlerdi. Rahmetli kocasıyla didişmeleri, konu komşuyla yaptığı dedikodular, çekiştirmeler ve çektiği zılgıtlar sonucu, kelimelerin insan üzerindeki güçlü etkisi konusunda adeta bir mütehassıs kesilmiş olan kadın da zavallıların ricasını kırmaz, bir gece öncekinden çok daha korkunç bir hikâye anlatırdı. Böylece çoluk çocuk, sabi sübyan hep birlikte, ana baba sözüne kulak asmayıp dereye yıkanmaya giden kırk yaramaz veledin şöhretli dev İsfendiyar tarafından bir bir enselenerek tandırda kebab edildikten sonra nasıl mideye indirildiğini ses soluk etmeden, bet beniz atmışbir halde dinlerlerdi. 

İşte böyle gecelerde torunlara bazen define masalları da anlatılırdı: Silahir adlı bir şehzadeye gelin giderken Ferahmur adlı perinin, korkunç Binnaz tarafından çalınan bir çömlek dolusu pembe inciden ibaret çeyizi; Zekeriya, İsfendiyar ve Efrâsiyâb adlı devlerin dişlerinden tırnaklarından artırarak biriktirdikleri bir mağara dolusu altın; cimriliğiyle meşhur zalim büyücü Üzeyir’in bodrumundaki elmaslar; Hıdır, Cemşit,  İshak, Âdem, Lokman, İmam ve Osman adlı cücelerden Abdülvahap adlı bir hırsız tarafından çalınan bir küp altın tozu; İşvenaz Sultan’ın pırlantaları; yankesici Veysel’in tam bir kese dolusu gümüşü, paraya pula değer verip sağlam toprağa bassınlar diye çoluk çocuğa anlatılır dururdu. Öyle ki, belki bu sayede çocuklar hayalperestçe işlere kalkışmaz, ileride sefil süfela olmazlardı.(43)

  
Bu parçada ninelerin  ve dedelerin masalları çocuklara onların hayal güçlerinin gelişmesi için değil, aksine düşleriyle hareket etmemeleri için anlattıkları anlaşılmaktadır. Ancak Cezzar Dedenin hikâyesinin devamında “Anadolu’nun bir köyünde, define hikâyeleri dinleye dinleye pusulayı az buçuk  şaşırmış Kallioğullarından Hamdi” (44) adlı bir kişinin define bulması ve zengin oluşu anlatılır. Böylece yazar hem gerçekdışı görünen masal ve hikâyelerin kaynağındaki gerçekliğe, hem de düş gücünün yaşamı yönlendirmedeki önemine 
işaret etmektedir. 

Yine Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri’nde geçen “Şarap ve Ekmek” adlı hikâyede yer alan iç hikâye,  “Kırmızı Başlıklı  Kız” masalının parodisidir. Süt ninesinin bir sandıktan çıkardığı kırmızı beyaz kıyafetleri giyen Bestenur, yine süt ninesinin verdiği ekmeği ve üzüm suyunu babasına götürürken, yolda “melun” bir yaratık tarafından kandırılır ve engellenir. Bu melun yaratık, Bestenur’un cennete giderken babasını götürmesine de engel olur. Süt nine Bestenur’a kıyafetleri verirken, bunların “büyükannesini bir kurt yediği için hayatta kendisini bekleyen bütün tehlikeleri idrak etmiş, bu nedenle ömrünü sadece iffetini korumaya adamış küçük bir kıza”(45) ait olduğunu söyler. Ömrünün son yıllarında kırmızı beyaz renkli kıyafetleri o zaman bir çocuk olan sütnineye veren kadın, herkesçe bilinen “kırmızı başlıklı  kız”dır. “Şarap ve Ekmek”te anlatılan bu hikâye, Kırmızı Başlıklı Kız masalının içeriğinin bozularak yeniden yaratımıdır. Burada Bestenur kırmızı başlıklı  kıza, sütnine büyükanneye, melun yaratık da kurda paralel düşünülmelidir. İçerik ve üslûpta  “Kırmızı Başlıklı  Kız Masalı”na göndermeler oldukça açıktır. Yazar yeniden yazma işlemini yaparken masalın biçemini de taklit etmiş, kurt ile kırmızı başlıklı  kız arasında geçen paralelizme dayalı soru cevap tarzındaki konuşma üslûbunu Bestenur ile melun yaratık arasında kullanmıştır:


Böylece Bestenur, sütninenin elini öptükten sonra, içinde üzümsuyu şişesi ve ekmek olan sepeti koluna takıp dağdan aşağı inmeye başladı. Ancak civarda kötü niyetli biri dolaşıyordu ve kızı gözüne kestirmişti. Peşinde melun bir yaratık olduğundan habersiz, Bestenur yokuş  aşağı inerken yoruldu ve tam da bir yol ayrımında bu hain karşısına çıktı. Bestenur irkilerek, “Sen de kimsin?” diye sordu. Melun ise ona, “Ben senin babanım,” diye bir yalan kıvırdı. Bunun üzerine küçük kız sevinçle, “Babacığım! Ben senin küçük kızın Bestenur’um! Bu ekmekle üzümsuyunu sütninem sana gönderdi. Al! Ye ve iç!” diye bağırdı. Kötü niyetli yaratık bunları reddetmedi; ekmekten bir parça koparıp yemeye başladı ve şişeden dolu dolu birkaç yudum aldı. O yiyip içerken küçük kız merakla inceliyordu. Sonunda dayanamayıp sordu: “Babacığım! Elbiselerin ne kadar güzel! Timsah derisi iki renk ayakkabıların, kaşmir ceketin ve geniş kenarlı devetüyü şapkan harika! Neden bu kadar güzel giyindin?” Beriki ise, “Ben şöhret ve itibara açım. İnsanlar görünüşüme aldanıp bana saygı duysunlar diye böyle giyindim,” dedi. Bestenur, “Koltuğunun altında kocaman, kalın birkaç kitap görüyorum. Bu kitapları neden okuyorsun?” diye sorunca o, “Ben bilgiye de açım. Bu nedenle tıpkı kötü çocuklar gibi üstüme vazife olmayan  şeyleri kurcalayıp öğrenmek için okuyorum. Ha! Bu arada, yediğim bu güzel ekmeği ve üzümsuyunu sana kim vermişti?” deyiverdi. Küçük kız ise, “Sütninem bir kafa kemiği içindeki bir asma çubuğu ve buğday tanesini yetiştirerek senin yediğin ekmeği pişirdi ve üzümün suyunu sıktı. Peki söyle bana! Dişlerin neden sivri?” diye sordu. Melunun yüzüne bir kasvet çöktü ve şunları söyledi: “O dişler senin içindi. Fakat  şimdi hiçbir anlamı yok. Çünkü bana verdiğin ekmeği yiyip üzümsuyunu içtiğim için, artık acıkmayacak ve susamayacağım. Bir insan için bu bir kurtuluş olabilirdi, ama benim için bu, ölüm ve sonsuz acı demektir.”(46)

İhsan Oktay Anar’ın üslubunda efsaneler de çok etkilidir. Yazar her zaman olduğu gibi bilinen efsanelere yer vermekle birlikte kendi efsanelerini de üretir. Özellikle Amat, âdeta birbirine benzer ve zıt rivayetlerde bulunan kişilerin anlatmaları üzerine kurulu bir efsanedir. Asuman Kafaoğlu Büke bu romanın batıdaki Faustus Efsanesinden esinlendiğini söyler.(47) Bu durumda elbette Mephisto’yu Diyavol Paşa, Dr. Faust’u da Kırbaç Süleyman temsil eder. Ayrıca Amat gemisinde yaşananların tuhaflığının tayfalar da farkındadır. Diyavol Paşa’nın emriyle yönünü Navarin’e çeviren Amat’taki gemiciler, kaptanın hizmeti ile uğraşan ve fal bakan Nuh Usta’ya birer muska yazdırırlar. Nuh Usta bu muskaların içine birer meşe palamudu ve muska sahiplerinin daha önce öldürdüğü kişilerin ismini koymuştur. Vebadan ölen gemicilerin cesetlerinin ağızlarına da birer meşe palamudu konmuştur. Gemicilerden Kul Rıza Baba’nın söyledikleri Amat’ta yaşananların tam bir efsane olduğunu gösteriyor:



Ama Kul Rıza Baba’nın derdi başkaydı.  Şarabını yudumlayan adam, “Garip şeyler oluyor bu gemide,” dedi. “Amat’a verilen görevin, iki fırkateyni batıran o kara sancaklı savaş gemisini mahvetmek olduğunu duymuştum. Karşımıza, hem de bizim taraftan iki fırkateyn çıktı. Biz de onları batırdık. Üstelik grandi direğimizde kara sancak dalgalanıyordu. Fırkateynler bu gemi tarafından haftalarca önce batırılmıştı. Oysa biz aynı şeyi daha birkaç gün önce yaptık. Yahu aynı olay hiç iki kez vâki olur mu? Batan iki fırkateyn için bizimkine benzer bir kalyon daha gönderilirse hiç şaşmam.” (48)


Amat gemisinin yapım hikâyesi de bir efsanedir.  Bu hikâye, gemicilerin kendi aralarındaki konuşmalar ve anlatıcıların rivayetleri ile tamamlanır. Buna göre Amat, bir deniz kazasından sonra kıyıya vuran cesetlerin gömüldüğü, Navarin’in biraz kuzeyinde bir denizci mezarlığında biten tam 247 meşe ağacından yapılmıştır. Navarinli balıkçıların yeminle söylediklerine göre cesetlerin gömüldüğü yerden çıkan meşe fidanları tam üç ayda koskoca ve ulu birer ağaç olur. İşte Amat, gemici cesetlerinin kanını ve etini emerek büyüyen ağaçlardan yapılmıştır. Üstelik bu gemiyi Nuh Usta inşa etmiştir.(49)


Amat’ın son kısmında yapıtları kaynak olarak gösterilen kişilerin bunlarda Amat’la ilgili olarak anlattıkları da efsane özelliği göstermektedir. Birbirleri ile zaman zaman benzer, zaman zaman farklı bilgiler veren bu kişilerin naklettikleri bilgiler, tıpkı efsanelerin oluşma şekli gibi başkalarının anlatmaları üzerine oluşmuştur. Ama gemicilerin söyledikleri, -romandaki temel kaynak olan-  Tezâkir-ül Mücrimin  başlıklı kitabını Arap  İmam’ın 
kahvehanesindeki konuşmalardan ilham alarak yazan Hamamcı Musa Efendi’nin adı geçen yapıtta söyledikleri ile (50) örtüşmektedir. Kuşçubaşı Halifesi Kuyruklu Rıza Çelebi’nin tımarhanede tamamladığı Kitabü’l İber adlı kitabında Amat’la ilgili olarak anlattıkları ise şu şekildedir:

Kitab-ül  İber başlıklı kitabını  tımarhanede tamamlayan Rıza Çelebi’nin aklî dengesinin ne kadar yerinde ve yazdıklarının da ne kadar gerçek olduğundan asla emin olamayacağını söyleyen Ölügözlü Cuma Bey de, Amat’ın kaptanı olarak bilinen şu ‘Diyavol’ adlı mahlûkun kitapta fazlasıyla abartılmış olduğunu söylemiştir. Fakat Rıza Çelebi’nin Santimci Altun’dan işittiğine göre, Navarin’deki gemici mezarlığına yakın bir yerde iki âşık buluşmuş, biraz öpüşüp koklaştıktan sonra aşklarını ebedileştirmek için bir ağaca adlarının baş harflerini yazmaya karar verdikleri anda, o mahlûku, gece karanlığında iki tekerlekli bir arabayı çeken kızıl cüppeli Diyavol’u fark ederek korkup bir kayanın dibine sinmişlerdi. Korkmakta da haklı gibiydiler. Çünkü ‘kızıl cüppeli’nin gözbebekleri kırmızı, dişleri ise sarı ve sivriydi. Bu mahlûk bir meşe ağacının önünde durduktan sonra gûya ona, “Dağlar taşlar ağaçlar hep O’na secde eder. Eğer bana secde edersen sana ölümsüzlük veririm. Bana ‘evet’ de, böylece sonsuz hayat senin olur!” demişti. Ama ortalıkta en küçük esinti bile olmamasına rağmen bu ulu ağacın bütün yaprakları sanki fırtına varmış gibi hışırdamıştı; öyle ki, ağaç dile gelip ‘hayır’ dese bu ret cevabını bundan daha iyi anlatamazdı. Tımarhanede yazdıklarıdoğruysa Rıza Çelebi’ye göre, Diyavol, iki tekerlekli arabadaki ağzına kadar zaç yağı dolu o koskoca şişelerden birini alarak ağacın dibine dökmüştü. Bir aylık süre içinde bu şekilde diğer ağaçları da öldürünce, Hamamcı Musa Efendi’nin sözünü ettiği o ‘deli marangozun’ meşeleri kesmesinde bir sakınca kalmamıştı. Fakat Diyavol, her bir ağacın üstüne ‘AMAT’ ibaresini kazımıştı.(51)


Menkıbeler de  İhsan Oktay Anar’ın yaralandığı eski tarihî şekillerdendir. Özellikle Kitab-ül Hiyel bu yönüyle çok dikkat çekicidir. İç kapağında “Kitab-ül Hiyel” başlığı altında “Eski zaman mucitlerinin inanılmaz hayat öyküleri” alt başlığıyla sunulan yapıt, her birinde bir mucidin anlatıldığı üç bölümden oluşur:


● “YÂFES ÇELEBİ HAZRETLERİNİN GÖRÜLEBİLEN MENKIBELERİNDEN BAZILARININ BİLDİRİLMESİ HAKKINDADIR”(52)
● “KARA CALÛD’UN HAL TERCÜMESİNİN, HİYEL VE HİYLELERİNİN VE GÖRÜLEBİLEN DİĞER MENKIBELERİNİN BİLDİRİLMESİ HAKKINDADIR”(53)
● “DEVRİ DAİMİN SIRRINI ÇÖZEN ÜZEYİR BEY’İN HAL TERCÜMESİ VE GÖRÜLEBİLEN MENKIBELERİNDEN BAZILARINI BEYAN EDER”(54)


Kitabın alt başlığından ve bölüm isimlerinden anlaşılacağı gibi roman hem dil hem de kurgu bakımından menakıbnâmelere benzer bir  şekilde düzenlenmiştir. Ancak kişiler ve kişilerin kerametleri üzerine yoğunlaşan menkıbelerdeki onaylayıcı ve yüceltici anlatımıburada görmek çok zordur. Çünkü yazar aslında menkıbe yazmamakta, menkıbeleri pastiş ve parodi yoluyla yeniden üretmekte, üstelik anlatılanların güvenilmezliğini vurgulamaktadır. Menkıbeler zaten yazılı metinlere değil duyumlara dayalı bilgilere başvurularak yazılan 
güvenilirlikleri inanç kaynaklı metinlerdir. Bu nedenle  İhsan Oktay Anar’ın tavrı, verdiği bilgilerin gerçek olduğunu düşünen menkıbe yazarınınkinden farklıdır. Yazarın menkıbe formunda sunduğu bölümlerde verilen bilgiler, hiçbir zaman vazgeçmediği rivayet edicilerden alınmıştır ve her ne kadar başlıklarda “görülebilen menkıbelerin” anlatılacağı vurgulansa da bunlar farklı kişilerin görüp, farklı yorumladığı ve farklı şekillerde naklettiği olay ve durumlardır. Romanın her bölümü rivayet edicilerle ilgili benzer ifadelerle başlamaktadır:




Birinci Bölüm:  Kuledibi’ndeki Tamburlu kıraathanenin, çoğunlukla ariflerden, güngörmüşlerden, sohbet ve kelâm ehillerinden olan ahalisi, asırların tüketemediği bu yorgun dünyanın binbir halini yadedip onda baki kalan hoş ve nâhoş sedalardan dem vururken, laf  dönüp dolaşıp çoğu kez bir zamanların Yâfes Çelebi’sine gelirdi. Râviyân-ı ahbar ve nâkilan-ı âsâr kâh hayretü minnet, kâh nefretü ibretle şunları rivayet ve hikâyet ederlerdi:(55)
  
İkinci Bölüm: Yüksek Kaldırım’ın ayyaş oyunbazları ve kalleş madrabazları, yüzünü gördükte feryâd ettikleri Calûd’u aradan asır geçince Kara Calûd diye yâd etmişlerdir ki, yürüttükleri bu namla onun ruhunu şâd eylemişlerdir. Zalimler ve muhterisler, âlimler ve vakanuvisler, halimler ve muhlisler, doğru ya da yanlış,  şu menkıbeleri rivayet ve meyhanelerde hikâyet etmişlerdir:(56)

Üçüncü Bölüm: Râviyân-ı ahbar ve nâkilan-ı âsâr Üzeyir Bey’in kâh Galatavî, kâh İstanbulî, kâh Sinobî olduğunu beyan etmelerine rağmen, bu konuda rivayet muhtelif olduğundan, onun aslında Dünyevî olduğunu, Yusrizade Tokatçı Kevakib Efendi’nin de zikrettiği gibi, hayatının son yıllarında ise semavî sayılabileceğini söylemek isabetli olur. Çünkü Kalyoncukulluğu Tekkesi pîrlerinden Tiryakî Boncuk Dede Hazretleri onun ibnü’l arz olduğunu ilan eylemişlerdir. Mahlası, Hayalî, ustası ise bir Filistîdir. Çeşm-i Siyah Badem Efendi ile Katırbaş İzzet Çavuş, onun soy ve sopunun belli olmadığını zikretmişlerse de, Seccadecibaşızade Zerduva Basri Çavuş onun soyunun Harirî’ye kadar uzandığını vakayinamesinde yazmıştır. Bütün bu râviler, nakiller ve nice nice diğerleri, onun menkıbelerini şöyle rivayet ve hikâyet etmişlerdir:(57)



Alıntılardan anlaşılacağı gibi İhsan Oktay Anar, Osmanlıca sözcükler ve kalıp ifadeler yardımıyla bir yandan menkıbe üslûbunu taklit ederken, diğer yandan  bu menkıbeleri rivayet ve hikâyet eden kişileri çok çeşitli insan tiplerinden seçerek anlatılacak olanların güvenilirliğini sarsmaktadır. Tamburlı  kıraathane ahalisinin çoğunlukla ariflerden ve güngörmüşlerden oluşan ahalisinden, Yüksek Kaldırım’ın ayyaş oyunbazları ve kalleş
madrabazlarına kadar bilgilerinden yararlanılan pek pek kişiden söz edilmektedir. Yazarın romanlarında ironik üslup taklitleri dışında, çeşitli vesilelerle menkıbe tarzı kahramanlık anlatılarından da bahsedildiği görülür: 

“Fakat onun ruhunu tutuşturan asıl ateş macera hikâyeleriydi. Sahaflardan kiraladığı kitaplarda, ejderha başlı kolomborne topundan düşman hatlarının gerisine fırlatılan Halim el-Barudî’yi, iki zırh üst üste giyen kâfir Lombroso’yu attığı bıçakla katleden Munhiyaloğlu Zerkan’ı, yirmi karış kalınlığındaki abanoz kale kapısını bir omuz darbesiyle açan Meytâsib Şehrenbercezî’yi, dağları titreten narasıyla Timur’un fillerini ürküten Hımkıme Kitayî’yi yutarcasına okuyor, hayal âlemine battıkça batıyordu. Sonunda hocasının teşvikiyle bir macera kitabı yazdı.”(58)
  
İhsan Oktay Anar, geleneksel anlatı türlerinden mesele benzeyen parabollere(59)romanlarında oldukça sık yer verir. Kitab-ül Hiyel’de Uzun İhsan Efendinin evinde toplanan kalabalık bir misafir topluluğu, saatler ilerlediğinde “bir tahayyül müsabakası”(60)düzenlerler. Bu oyunun kurallarına göre, bir sözlük rastgele açılıp gelişigüzel bir sözcük seçilir ve yarışmacı da bu sözcüğün hikâyesini anlatır. Söz konusu müsabakada anlatılacak olan ilk sözcük “kör”dür. Bu sözcük üzerine anlatılan hikâyelerin hepsinin  “rivayet ederler ki”
ifadesiyle başlaması, romanın alt anlatıları ile üst anlatıları arasındaki dil ve üslûp birliğine işaret eder. Uzun İhsan Efendi’nin hikâyesinde vaktiyle Maveraünnehir’de yaşayan kör bir adam anlatılır.(61)Bu adam sonunda bir sihirbaza gider. Sihirbaz ona aslında kör olmadığını, çünkü onun dünyada sadece bir tek  şeyi, son derece değerli bir  şeyi görmekle ödüllendirildiğini, diğer insanların bu değerli şeyi göremediğini söyler. Dere tepe dolaşan ve bu değerli şeyi arayan adam sonunda gökyüzüne bakmayı akıl eder. Aradığı şey aslında onun 
tam tepesindedir. O da sadece bir noktadır. “Çünkü gördüğü noktanın olmaması, bütün gözlerin (ﮐوﺰ) kör (ﮐور) olması demekti.”(62) Uzun İhsan Efendi burada göz ve kör kelimelerinin Arapça yazılışındaki nokta farkına dikkati çekmektedir.  

Romanda bahsedilen tahayyül müsabakasının sırayla hikâye anlatılarak yapılması, Boccacio’nun Decameron’undan itibaren bilinen bir geleneği hatırlatır. Çağdaş Türk hikâye ve romanının ilk adımlarından olan Emin Nihat’ın Müsameretnâme (1871-1875) adlı yapıtı da aynı geleneğin izlerini taşır.  “Uzun ve soğuk kış gecelerini faydalı bir eğlenceyle değerlendirmek isteyen bir arkadaş grubunun her gece bir evde toplanarak sırayla başlarından geçen bir macera anlatmaları sonucu doğan yedi hikâyeden oluşan ‘müsameretname’” (63)nin okura açıklanan ortaya çıkış şekli ile Uzun İhsan Efendi’nin evinde düzenlenen müsabaka oldukça benzerdir. Ayrıca İhsan Oktay Anar, Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri adlı romanını da sırayla hikâye anlatma geleneği üzerine kurmuştur. Burada hikâye anlatıcıları Ölüm ve Cezzar Dededir. Korku, din, aşk ve cennet konuları üzerine birer hikâye anlatan Ölüm’ün ve Cezzar Dedenin, hikâyelerinin bitiminde birbirlerini eleştirmeleri de onları âdeta bir anlatı müsabakası içerisinde gösterir. Yazarın doğu anlatı geleneğinin önemli özelliklerinden biri olan iç içe anlatı yöntemini kullanması ve Cezzar Dedenin anlattığı her 
hikâyenin karşılığında yaşamak için bir saat kazanması elbette rastlantı değildir.(64) Bununla birlikte Kitab-ül Hiyel’de ana mekân olan Tamburlu Kıraathane ve Amat’taki Arap İmam’ın kahvehanesi, hikâye anlatma geleneğinin canlı tutulduğu yerler olan kahvehanelerin bu işlevinin vurgulanması bakımından son derece önemlidir. İhsan Oktay Anar’ın, romanlarında meddahlardan ve meddah hikâyelerinden de söz ettiği olur. Kitab-ül Hiyel’de Üzeyir Beyi vasıta ederek yazma anlayışı üzerinde duran yazar, kopya ve taklit arasındaki farkı meddah ve realistler üzerinden -meddahtan yana olmak üzere- ortaya koyar:  


Râviyân-ı ahbar ilk sinematograf gösterisinin Galatasaray’daki Spoek Birahanesi’nde yapıldığı  yıllarda onun, zihnindeki noktada neler olduğunu araştımaya başladığını rivayet etmiştir. Çeşm-i Badem Ceylan Hatun’un naklettiğine göre o, bir hiyel ehli olarak değil, bir hayalkâr olarak bu işe kalkışmıştı. Çabasının semeresini daha çabuk toplamak için Vik, Köhler Biraderler, Lorenz ve Keil’in raflarından sayısız roman ve hikâye kitabı almış, hayalkârların nasıl tahayyül ettiğini öğrenmeye çalışmıştı. Binbir Gece Masalları’nı adeta yuttu ama realist ve naturalistlerden hiç mi hiç hoşlanmadı. Onları Sultan Abdülhamid Efendimize yaranmak için onun giyim, kuşam ve davranışlarını taklit eden paşalara benzetiyordu. Oysa Abdülhamid’i kopya değil de taklit eden bir meddah, elbette ki daha sevimli ve belki de gerçeğe daha yakındı.  İşte realistler de Gerçeği ve Dünyayı kopya ediyorlar; ama masalcılar, aslında gerçekleşmiş bir hayal olan dünyayı örnek alıp onu ve üslubunu taklit ederek yeni hayaller yaratıyorlardı. Kopyalar ne kadar kuru ve tatsızsa, taklitler o kadar canlı ve sevimliydi. Sonuç olarak realist romanlar yazarlarının suratlarıkadar tekdüze, şaşırtıcılıktan yoksun ve aslında gerçekdışı şeylerin anlatıldığı şeylerdi. Çünkü bir mucize olan gerçeğin kendisi şaşırtıcı ve hayret uyandırıcı iken, aynı gerçeği anlatan bir realistin romanındaki hemen her şeyin bu kadar tekdüze, bu kadar aşina ve bu kadar alışılmış olması başka nasıl açıklanabilir ki?  İşte Üzeyir Bey bu düşüncelerle insanların gerçeklik duygularına değil de, gerçeğin kendisine ve ondaki üsluba sadık kalmaya karar verdi. Gerek kendisinin, gerekse içinde yaşadığı evin geçmişi konusundaki gerçeği, eğer bulamazsa, tahayyül etmesi gerektiğini düşündü.(65)


İhsan Oktay Anar’ın yapıtlarında batı anlatı geleneğinin vazgeçilmezlerinden olan vampir hikâyelerinin de tesiri hissedilir.  Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri’nde Ölüm’ün anlattığı“Güneşli Günler” adlı korku konulu hikâye, âdeta vampir hikâyelerinin parodisidir. Olay bir yatılı okulda geçmektedir ve okula atanan yeni müdür porfiria hastası olduğu için bütün okul güneş görmeyecek, ışık sızmayacak şekilde dizayn edilir. Diş etleri çekilmiş, yüzü bembeyaz, simsiyah elbiseler giyen hatta siyah eldivenler takan bu adam, görünüşü nedeniyle öğrenciler 
tarafından “Kont” adıyla anılır. Resme son derece yetenekli kanlı canlı ve kırmızı yanaklıolduğu için “Alyanak” diye çağrılan Bora Mete adlı öğrencinin on gün boyunca kanını emen ve sonunda onun ölümüne neden olan Kont, hikâyede tıpkı bir vampir gibi anlatılmaktadır:  Feneri tam yakmak üzereydi ki, koridorun diğer ucunda ince uzun, kapkara bir siluet görünce yüreği ağzına geldi. Derhal bir köşeye sindi ve yüreği güm güm ata ata beklemeye başladı. Gariptir, siluet yaklaşmasına rağmen kulağa ayak sesi gelmiyordu. Bu duruma bir anlam veremeyen oğlan, köşeden başını uzatıp bakar bakmaz dehşete düştü: Kanlı dişetleri ve bembeyaz suratıyla, kara elbiseli canavar, tabiatüstü bir  şekilde adeta uçarcasına alt sınıfların yatakhanesine doğru gidiyordu. Tüyleri ürperen talebe bağırıp yardım istemeye çalıştı, ama sesi çıkmıyordu. Dizlerinin bağı çözüldü ve oracığa çöküverdi. Neden sonra kendisini toplamaya çalışarak, yardım isteyebileceği ilk yere erişmeyi kafasına koydu: Birinci sınıfların yatakhanesine giderek herkesi uyandıracaktı. Bir koşu yatakhanenin kapısına erişti. 
Kapı aralıktı. Önce içeri bakmayı akıl ettiğinde,  şimşek çakıverdi: Böylece, alyanaklı bir çocuğun boynuna eğilmiş, şahdamarına sapladığı ucu iğneli bir hortumdan zavallının kanınıiştahla emen canavarı yine gördü. Aklı başından giden oğlan, deli gibi merdivenlere atıldı. Üst katta koridoru koşarak geçti ve yatakhaneye girdiğinde, arkadaşları saçlarının bembeyaz kesildiğini gördüler.(66)


Yiğit Değer Bengi tarafından hazırlanan “1002 Gece Masalları” adlı fantastik öyküler seçkisinde İhsan Oktay Anar’ın “İnşaat İşçisi Rıfkı’nın Dehşet Verici Akıbeti”(67) adlı parodik bir vampir öyküsü vardır. 

SONUÇ 

Postmodern edebiyatın en önemli özelliklerinden biri çok sesliliktir. Romanı oluşturan bütün unsurları çoğullaştırma yoluyla sağlanan bu çok seslilik, metinlerarasılık tekniğiyle sağlanmakta ve böylece yapıt heterojen bir yapıya dönüştürülmektedir. Genel anlamda postmodern özellik gösteren İhsan Oktay Anar romanları da çok sesli bir yapı sergiler. Yazar bu çok sesliliği mitler, destanlar, masallar, efsaneler, menkıbeler, halk hikâyeleri, meddah hikâyeleri, kıssalar, seyahatnameler, mesnevîler, tezkireler, vakayinameler ve kutsal metinleri kendi yapıtlarında kullanarak sağlar. Pastiş ve parodi teknikleri yoluyla yapılan üslup ve içerik taklitleri, bir taraftan mizahî ve ironik bir durum yaratırken, diğer yandan bu durum 
bilginin mutlak olamayacağı izlenimi verir; daha önce yazılmış ve söylenmiş nesnel olduğu düşünülen bilgiler, metin içinde deforme edilir ve çoğullaştırılır. Yazar bu şekilde metnin kendini inkâr etmesini sağlar ve okurda kasıtlı bir güvensizlik yaratarak ona, metinde rasyonel bilgi aramaması gerektiği mesajını verir. İhsan Oktay Anar bütün bunları sağlayabilmek için fantastik ögelerle dolu, nesnellik ve akılcılık bakımından kabul görmeyen geleneksel anlatı türlerine başvurur. Gerek İhsan Oktay Anar’ın gerek onun çağdaşı olan birçok yazarın eski tarihi türlere postmodernist tutumlarından kaynaklanan bu tarz yaklaşımları, roman türünün 
sınırlarını zorlayarak metnin bu türlerle iç içe geçmesine neden olur. Günümüzde Türk romanı ve Türk romanının uzun dönem takip ettiği Batı romanı -postmodern felsefe neticesinde olsa da-  geleneksel türlerle ve birbirleriyle aralarındaki mesafeyi eşzamanlı ve artzamanlı olarak ortadan kaldırmışlardır.  


 





Sunday

Exit

Bulgurcubaşı Kılbaz Regaip Efendi'nin Tezakirü'l-Mücrimin adlı eserinde anlatıldığına göre, Bomonti'deki Tekel Bira Fabrikası'nda 14. derecede genç bir memur olan Ali Selami, aslında dini bütün, apdestinde namazında, adamakıllı sofu bir zat idi. Öyle ki camilerin minarelerindeki müezzinlerden günde beş kere gelen çağrıların hiçbirine uymazlık etmez, bira fabrikasında bile olsa, seccadesini yere yayar, ve sünnetleriyle birlikte tekmilen namazlarını kılardı. Fakat bu adamın takdire en layık meziyeti bakir olmasıydı. Gerçekten de Ali Selami, uykusunda kendisini şeytanın aldattığı birkaç kez hariç, o güne kadar hiç boy abdesti almamıştı. Bekareti belki de onun en büyük hazinesiydi ve bu hazineyi müstakbel karısına saklıyordu. Değil zina ayıptır söylemesi, el ile istimna bile yapmamıştı. Ne var ki, bu tertemiz hayat uzun sürmeyecekti. Kılbaz Regaip Efendi'nin yazdıkları doğruysa, bir mübarek cuma günü, belki de koşuşturmayla geçen günün getirdiği yorgunluktan ötürü Ali Selami, akşam namazını kılarken daha ikinci rekatta secde ettiği vakit, gözkapakları ağırlaştı ve seccadenin üzerinde o vaziyette sızdı kaldı. İş bununla da bitmedi: Derin uykusunda rüya bile gördü. Rüyasında ak sakallı bir dede vardı. Ne var ki dedenin mukaddes bir zata benzediği pek söylenemezdi. Her şeyden önce üzerinde harmani, elinde asa ve ayaklarında demir çarıklar yoktu. Tam tersi, başındaki kasketi bitirimler gibi sağa yatırmış, ayağındaki çift renkli kunduraların da topuklarına basmıştı. Üstünde en adi kumaştan, lacivert üzerine beyaz çizgili, acemi bir terzi tarafından dikildiği hemen anlaşılan bir takım elbise vardı. Boynunda ise altın bir zincirin ucundaki, üzerinde Ayet el Kürsi yazılı yine altından bir levhacık göze çarpıyordu. Ayrıca, yeleğinin saat cebinden gümüş bir köstek sarkmaktaydı. İşte bu dede, kehribar tespihini şaklatmayı bırakıp cebinden çıkardığı paketten bir Birinci cıgarası alarak Zippo çakmağıyla yaktı. Dumanı ciğerlerine çektikten sonra Ali Selami'ye kayıtsızca, "Senin çekeceğin var!" dedi. Ali Selami ise korkuyla "Olamaz! Ben dini bütün biriyim. Bugüne kadar rekatlarca namaz kıldım, oruç tuttum, zekat verdim, kurban kestim. Çile çekmem için bir neden yok." diye cevap verdi. İhtiyar sinsice sırıtırak ona, "Hayır! Çile çekmeyeceksin. Çekeceğin başka bir şey. Bu ne biliyor musun? Hadi sana söyleyeyim: 15 ile 16'nın toplamı ne ise onu çekeceksin. Hemen şimdi! Bu sana acı değil zevk verecek ve bu işi zevk için yapacaksın. İkinci olarak Ümraniye'deki çöplüğün yanındaki İhsan Efendi Camii'nde, temizlenip ardından da yatsı namazı kılacaksın. Sana düşen görev de budur!" dedi. Bu sözleri işitir işitmez Ali Selami uyanıverdi. Gördüğü rüyada muhakkak ki bir hayır vardı. Bu yüzden elinde bir kalıp sabunla helaya gidip el ile istimna eyledi ve günahkar oldu.



Yatsı namazına yetişmek için apar topar yola koyulan Ali Selami, uzun bir yürüyüşten sonra Ümraniye'deki çöplüğün bitişiğinde bulunan, tek minareli ve epeyce bakımsız görünüşlü İhsan Efendi Camii'ne ulaştı. Minarenin şerefesinde biri ezan okuyordu. Ali Selami karanlığa rağmen dikkatle bakınca, ezan okuyan kişinin aynı zamanda sigara içtiğini farketti. Bundan başka, adamın başında namaz takkesi yahut sarık değil, sadece bir kasket bulunduğunu hayal meyal seçti. Pabuçlarını çıkarıp camiye girdiğinde içerisinin bomboş olduğunu gördü. Değil cemaat, namaz kıldıracak bir imam bile yoktu. Fakat yine de o cünup haliyle de olsa yatsı namazını tek başına kılıp, sağındaki ve solundaki meleklere selam vererek görevini tamamladı ve ikinci kez günahkar oldu. Tam yerinden kalkıyordu ki bir el omzuna dokundu. Ali Selami dönüp baktığında bu şahsın rüyasına giren ihtiyar olduğunu gördü. Adam utanıp sıkılmadan bu mukaddes mekana siyah beyaz renkli ayakkabıları ile girmişti. Bu aksi ihtiyarın yüzünden şiddetli bir öfke okunuyordu. İhtiyar, Ali Selami'nin suratına bir tokat çarptıktan sonra ona, "Behey zındık! Artık cehennemliksin! Çünkü bir gecede iki günah işledin. Hem zevk için elinle istimna ettin, hem de yıkanıp arınmadan namaz kıldın" diye haykırdı. Zavallı Ali Selami ise, "Fakat bu günahları işlememi sen istedin. Ben de senin ak sakalına hürmeten dediklerini bir bir yerine getirdim" diye itiraz etti. Bunun üzerine dede, "Her gördüğün sakallıyı deden sanma! Sana yaptığım sadece bir sınavdı ve sen sınavda kaybettin. Artık cehenneme girmen gerekiyor" dedi. Derken, Ali Selami'yi bir düşüncedir aldı. Neden sonra kendini toparlayarak, "İyi, güzel ama cehenneme buradan nasıl gidebilirim? Ben senin gibi gayp âlemini bilmem. Bana yolu tarif et. Et ki işlediğim iki günahın ceremesini çekeyim" diye sordu. Bu sözleri duyunca dedenin yüzü yumuşadı ve, "Bir günahkar olarak artık cehenneme yakınsın. Bunun için camiden çıkman yeterli. Fakat sakın unutma. Cehenneme şimdiye kadar hiç canlı girmedi. Senin buradan çıkman öldüğün anlamına gelir" dedi gayp âlemine aşina olanlarda bile hayret uyandıracak şekilde silinip sönerek ortalıktan kayboldu.


İşlediği iki günah sebebiyle bir süre için için ağlayan Ali Selami, mendiliyle gözyaşlarını sildikten sonra cehenneme gitmek için yerinden doğruldu ve girdiği kapıya yöneldi. Fakat ne garip iştir ki koskoca kapı yerinde yoktu. Bunun üzerine, başka bir kapı olabileceği umuduyla kıble tarafına yöneldi ve biri sağda diğeri solda olan iki kapıyla karşılaştı. Birinin üzerinde ışıklı harflerle WC, diğerinin üzerindeyse EXIT yazıyordu. Ali Selami önce tuvalete girip içeride bir süre kaldı ve günahlarını üçe çıkardı. Ardından çıkışa yöneldi. Bu kapıdan geçmeden önce derin bir soluk alıp dışarı çıktı. Bu da onun son soluğu oldu.

Wednesday

Yeniçeriye Tavsiyeler -2

Hayvan Dergisi, Sayı 3


Şunu bilmelisin ki yeniçeri taifesinin karnını doyurduğu yer kışla değil ocaktır. Her yeniçeri bölüğünün aşında çorbacı denilen bir zabit bulunur. Ne var ki bu zatın çorba yaptığını ne gördüm ne duydum. Bundan da öte, bir orta yahut bölükte, neferler aşçı denilen zabitin yamağı olmaya can atarlar. Karın doyurmak o kadar önemlidir ki bir yeniçeri bölüğünün kazanlarını çaldırması ya da savaşta kaybetmesi büyük bir utançtır, mazallah!

Ey yeniçeri! Şimdi kulaklarını aç da beni iyi dinle! Çünkü sana, mutfağın bu kadar önemli olduğu bir bölükte kısa zamanda yükselip, çorbacı dedikleri zabitten bile kıdemli olmanın yollarından birini anlatacağım. Bu yüzden bana hayırdua etmeye hazırlan.

1- Mısır çarşısına git ve parana kıyarak 200 dirhem kadar öğütülmüş kakao al. Yeni Dünyadan gelen bu toza alt tarafı 450 akçe vereceksin. Ama bu iyi bir yatırım olacaktır.

2- İzdihamın olmadığı bir zamanı kolla ve bölüğün mutfağına gir. Kakaoyu 35 dirhem balla karıştır. Bir yandan da, azar azar süt ekle. Bu karışımı bir tencere içinde ocakta hafif ateşte, boza kıvamına gelene dek pişir. Ocaktan indirdikten hemen sonra 50 dirhem tereyağı dök. Pişirdiğin bu aşa krema denir. Soğuması için tencereyi bir kenara bırak.

3- Ardından 300 dirhem çiğ kaymak koyduğun tası, buz dolu daha büyük bir kabın içine yerleştir. Kaymak iyice donsun. Donunca 2 yumurta akı ve 110 dirhem bal ekle, ocağa, hafif ateşte oturt. Çırpma teliyle bu karışımı nazikçe çırp. Bembeyaz ve kıvamlı olduğunda kabı soğumaya bırak. Buna şantiy denir.

4- Bütün bunlardan sonra yarım bardak suya 20 dirhem bal ve 75 dirhem tereyağı ekle ve kaynat. 110 dirhem unu bu karışıma kattıktan sonra meydana gelen hamuru pişir ve 120'ye kadar say. Süre bitince ateşten indirip kaşık kaşık alarak her biri elma büyüklüğünde olacak şekilde tepsiye diz ve bölüğün fırınında yarım saat miktarı pişir.

5- Nihayet bu hamurları enine kes ve her birinin içini şantiy ile doldur. Hepsini bir tepsinin içine yığdıktan sonra tümünün üzerine bol bol kako krema dök. İşte bu tatlıya profiterol denilir. Gayet leziz ve nefis bir tatlıdır. Yeniçeri ocağında bundan daha güzel bir aş pişmiş değildir. Ayrıca bunu, bölüğündeki hiçbir aşçı bilmez. Dahası, profiterol yapan kişiye pastacı derler ki herhalde çorbacıdan daha üstün bir rütbedir.

Kapıkulları arasında bu durumdan sadece, yeniçeri ağası İzzet Paşa haberdardır. O da benim sayemde! Konu Sadrazam Halil Paşa'ya açıldığında pastacıların çorbacılardan daha kıdemli sayılacağına hiç şüphen olmasın, ey yeniçeri yoldaşım!

Saturday

Günlerden Bir Gün

İhsan Oktay Anar, Öküz Dergisi, Ocak 1998


Bugün kolay geçeceğe benziyordu. Çünkü sadece hem sabah hem de öğleden sonra, doktora ve yüksek lisans öğrencilerine verdiğim iki Yunanca dersinin sınavlarını yapacaktım. Acele etmeden kahvaltımı bitirip otobüs durağına koştum. Belediye otobüsüyle yolculuk 1,5 saat sürecekti. Fakülteye eriştiğimde üstelik, öğrencilere dağıtacağım soru kağıtlarını fotokopide çoğaltmam gerekiyordu. Her şeye rağmen, sınava tam zamanında girdim.

Günümü akademik olmayan konular üzerinde düşünmeye ayırmıştım. Ne var ki üniversite camiası üzerinde düşünmekten kendimi alamadım. Ortalamanın altında birinin üniversitede barınamayacğaı doğruydu. Gel gör ki, ortalamanın üzerindekilerin bu kurumda yaşayabilmeleri belki çok daha zor gibiydi. Bunları düşünürken, o yıllarda akademisyenlerin alaya aldıkları Ohm, Pasteur, Edison gibi isimler aklıma geldi. Galiba insanları, "olanlar ve yapanlar" diye ikiye ayırmak mümkündü: Bilim adamı olanlar ve bilim yapanlar, romancı olanlar ve roman yazanlar, zengin olanlar ve zenginliği üretenler gibi.

Hatırlarım, yıllar önce, yani henüz asistan olduğum zamanlardı. Bilgisayar denilen "garibe" üniversiteye yeni girmişti. "Klasik" akademisyenler onun kullanım imkanlarını bilmiyorlardı. Zaten çoğunun bu konuyla ilgilendikleri de pek söylenemezdi. İşte o yıllarda, Bilgisayar Mühendisliği Fakültesi'ne, FORTRAN dilini öğrenmek için gittiğimi hatırlıyorum. Asıl amacım, önermeleri sembolik dile çevirip, bilgisayarın bunlardan sonuçlar çıkarmasını sağlamaktı. Fakat bu teşebbüsümü birçok akademisyen, "Kendi konusu dışındaki şeylerle ne hakla ilgileniyor?" diye yadırgamıştı. Bu, elbette yıllar önceydi. Şimdi ise bu fakültenin bütün öğrencilerine bilgisayar dersi verilmeye başlandı! Üstelik, o yıllarda beni çekiştirenlerin hepsinde şimdi bilgisayar var. Ben ise bu yazıyı, emektar mekanik daktilomla yazıyorum. Aslında bunun bile fazla olduğunu söylemeliyim. Çünkü bir metni yazmak için sadece üç şey gerekir: Bir kağıt, bir kalem ve bir yazar...

Ancak öğretim elemanlarının bir kısmının bu kadar minimalist olduklarını söyleyemem (fakat yayınlarının sayısı, eserlerindeki orjinalite ve bilimsellik itibariyle minimalisttirler) İşte bu gruptan sınıf atlama özlemiyle yananlar için terfi etmek, hele hele "profesör olmak" büyük bir amaçtır. Kadın elbiseleri giyen bir erkek gibi, bir yolunu bulup profesör cübbesini sırtlarına atarlar. Bunlara "travesti profesörler" diyorum.

Ne var ki, çok değerli öğretim üyelerinin sayısı hiç de az değildir. Gerçekten de, bu karanlık tabloyu aydınlatan ışıklar da vardır. Fakültemde olağanüstü saygı duyduğum ve örnek almaya çalıştığım bir kişinin, Dr. Faris Hariri olduğunu itiraf etmeliyim. Ona yaşını hiç sormadım. Ama 60 yaşlarında olduğunu tahmin ediyorum. Sudan asıllı olan Faris Bey için öğrenmek ve bildiklerini paylaşmak çok önemlidir. Sanıyorum, onun kadar bilgili olsaydım, yine Faris Bey kadar alçakgönüllü olmayı asla başlaramazdım (ondan öğrenmem gereken tek şeyin belki de bu olduğuna zaman zaman inanıyorum). Bir kapıdan gireceği sırada benim (ya da başka birinin) geldiğini görünce, o yaşına rağmen karşısındakine yol vererek utandırır. Ancak bunu yapmacık bir nezaket olmadığını okurun bilmesi gerekir. Çünkü yıllar önceki bir kurul toplantısında, ansızın şiddetli bir deprem başlayınca, çok yakınında olmasına rağmen Faris Bey'in kapının yanında beklediğini, panik içinde kaçan profesörlere büyük bir kibarlıkla yol verdiğini bilirim.

Ne yazık ki birçok öğretim üyesi, Dr. faris Hariri'nin tam tersiydi. Bilme arzusuun değil, ünvan, şöhret ve güç hırsının yönettiği gölgelerin arasından sıyrılıp, akşamüstü evime döndüm. Çalışma odam, masam ve kitaplarım beni bekliyordu. Bu dünyada daha yapılması gereken çok şey vardı.


NOT: Rozenthal'in Erken İslam'da Mizah adlı eser, Ahmet Arslan'ın çevirisiyle IRIS yayınlarındna çıktı. Eser, sağ intelligentia'yı şaşırtacağa benziyor. Okuyucuya tavsiye ederim.

Thursday

Müzik

İhsan Oktay Anar, Öküz Dergisi Şubat 1999


İbni Kayyım el-Cezviyye'nin Katabe'den naklettiğine göre, Şeytan ilahi huzurdan kovulup dünyaya inince, Tanrı'ya, "Ey Rabbim! Beni lanetleyip huzurundan kovdun. Peki benim 'kitabım' ne olacak?" diye sorar. Gelen cevap, "Şiirler ve Şarkılar" şeklindedir. El Cezviyye bu yüzden, müziği, Şeytan'ın kitabı olarak görür. Mesaj gayet açıktır: İnsanın mutlu olması için Tanrı, gereken her şeyi zaten yaratmıştır ve bu nedenle yeni şeyler yaratmaya gerek yoktur. Bu fikre kısmen katılıyorum: Eskiler, "Su sesi, kuş sesi, kadın sesi." derlerdi. En güzel seslerin doğada olduğundan kuşkum yok. Ama ne yapayım? Müziği seviyorum, hem de 38 yaşımda viyolonsel dersleri alacak kadar.

Fakat müzik ne kadar güzelse, müzik dersleri de o kadar azap içinde geçer. Çünkü müzik öğretmenimiz, ne yazık ki, her hassas insan gibi mükemmeliyetçidir. Oleg Kagan'ın kendi keman öğrencilerine davranış tarzı bu konuda bir fikir verebilir: Öğrenci, kendisine ödev olarak verilen parçayı iyi çalamayınca, bu virtüöz sandalyesinden kalkar, öğrencisine yaklaşır, elinden kemanı ve yayı alıp emniyetli bir yere koyduktan sonra zavallıya tekme tokat girişir. "Şeytan azapta gerek" demişler, "Şeytanın kitabını" hatmetmek isteyen kişinin aynı azabı belki bu yüzden çekmesi gerekir.

Benim ise ilk müzik hocam, Harbiye Marşı'nın bestecisi olan Hüsnü Öncü'ydü. Karşıyaka Çarşısında, pasaj içinde bir dükkanı vardı. O zamanlar 13 yaşındaydım ve gitar dersi alıyordum. Fakat hocam, karnesinde zayıf getiren öğrencilere ders vermeyi reddederdi. Bu yüzden her sömestr sonu ona karnelerimizi göstermek zorundaydık. Üzerinde önemle durduğu bir ikinci nokta da tempoydu. Bize ödev olarak verdiği parçayı ona çalarken bir yandan da ayağımızla tempo vurmamız gerekirdi. Tempodaki bir yanlışımızın kefaretini ise ayağımıza sert bir şekilde basarak bize ödetirdi. Bu hususa o kadar önem verirdi ki, gitar metodu yayımlayan bir müzisyenin, "Sakın ayağınızla tempo vurmayın. Tempoyu vuran kafadır" sözü üzerine çılgına dönmüş ve adamcağıza hakaretlerle dolu bir mektup bile döşemişti. Şimdi 90'lı yaşlarda olması gereken hocam Hüsnü Öncü'ye minnettarlığım sonsuzdur. Her şeye rağmen, müziği bana sevdirmişti.

Keman hocam Tuğrul Göğüş'ü de severim ve ona hayranlık duyarım. Hayatımda tanıdığım en idealist insandı. Onunla ilk tanıştığımda ders ücretini belirlemeyi bana bırakmıştı. Fakat ilk dersimizin sonunda, belirlediğim ücretin yarısını aldı. Ve bu parayı da, gönüllü olarak ders verdiği konservatuarın tadilatı için harcadığını öğrendim. Bir tek amacı vardı: Müziği öğretmek ve sevdirmek... Bir saat olması gereken derslerimiz iki, iki buçuk saate kadar uzardı. Ders bitiminde onu durağa kadar geçirir ve İzmir'in diğer ucundaki (24 km.) evine onu götürecek belediye otobüsü gelene kadar beklerdim. Tuğrul Bey şimdi Adana Devlet Senfoni Orkestrası'nda çalıyor. Buraya gönüllü olarak gittiğinden eminim.

Şimdiki aklım olsa, gençliğimde müzisyen olmaya karar verirdim. Ama vakit hala geç sayılmaz. Başarılı bir akademisyen ya da "ünlü" bir yazar olmaktansa, ortalamanın altında, basit bir sokak çalgıcısı olmayı tercih ederim.

Hayatımda Bir Gün

Öküz Dergisi, Ocak 1999

Yıl 1995. Aylardan Mart. Karanlık basmış, görev vakti gelmişti. Hava yağmurluydu, gök gürlüyordu. Cizre Jandarma Komutanlığı'nın avlusunda bekleyen tankıma doğru yürüyordum. Mürettebat, M-60 tankınınn önünde hazır bekliyordu. "Yerlerinize!" diye bağırdım. O karanlıkta, şoför, doldurucu ve nişancı tanka tırmandı ve kapakları açıp içeri girdiler. Çeki kancasına basıp tanka çıktım ve komutan kulesindeki yerime yerleştim. Gece karanlığında Cizre'den çıkıp Cudi Dağı eteklerinde "pusu atacaktık". Şoföre, "Çalıştır" komutunu verdim. Göğüs cebimdeki walkmana, Motzart'ın Requiem'ini koymuştum. Walkmanin kulaklığını taktım ve üstüne "başlık takımını" geçirdim. Tank motorunuun aşırı gürültüsü nedeniyle, pilotların da taktığı, iki kulaklık ve bir mikrofondan ibaret olan başlık takımı olmaksızın mürettebatın tank içinde haberleşmesi mümkün değildi. Doldurucya, "Telsizi aç!" emrini verdim. Ardından walkmenimin butonuna bastım ve Requiem başladı. Hem bu eşsiz müziği hem de telsiz konuşmalarını aynı anda dinleyebiliyordum. Verdiğim talimatlarla şoföre manevra yaptırıp tankımını "nizamiyeden" çıkardım ve her zaman olduğu gibi, durduk. Çünkü silahları doldurmamız gerekiyordu.

Tankın komutan kulesindeki, benim kullanmam gereken 12.27 mm.'lik ağır makineli tüfeğin kurulması için, ucu halkalı zincirlere var gücümle asıldım ve emniyeti açtım. Doldurucu ise tank makineli tüfeğini, yani A4'ü kurdu. Ardından tank topunun kamasını indirip bir tahrip mermisini atım yatağına sürdü. Nişancı ise emrimle, kulenin dönmesini sağlayan güç düğmesini açtı. Kulenin içini aydınlatan mavi ışığın reostasını kıstım. Böylece tank, kapkaranlık gecede ilerleyen karanlık bir canavara döndü. Şoför, gece görüş periskopunu yerleştirdi. Ben de makineli tüfeğime bağlı gece görüş sistemini açtım. Gündüz uyuyor, geceleri ise pusuya gidiyorduk. Uzun zamandır güneşi göremiyorduk. Cizrenin arazisini şimdi bile, gece görüş sensorumdan gördüğüm gibi, yeşil olarak hatırlıyorum. ama o gece, Motzart ve Requiem vardı, her ne kadar parazitli telsiz konuşmalarıyla karışıyor da olsa...

"Fatih-1! İleri!" emrini verdim. Nişancı, topu hedefe kilitleyen stabilizasyonu açınca kule sarsıldı. Artık tehlikeli araziye çıkmıştık. Çamura saplanmamak ve bir RPG-11 roketi yememek için hızla ilerliyorduk. Ölmeye ve öldürmeye hazırdık. Eğer o anda dinlediğim Requiem olmasaydı insanlıktan çıkabilirdim. Zaten bunun için, sadece bir adım atmam bile yeterdi.

Telsizle, "Fatih-2, burası Fatih-1. Durum bildir!" dedim. Fatih-2, bir tepede bizi ve güzergahımızı kontrol eden ikinci tankımdı. Yolumuzun açık olduğu mesajı geldi. Ama ben yine de, kritik arazideki muhtemel pusu yerlerine, darbeler halinde makineli tüfeğimle ateş etmek zorundaydım. Kurduğum savunma ve saldırı sistemi başarıyla işliyordu. "Tank avcılarına da" hazırdık. Bunlar, girdiği bir çukurdan çıktığı anda, tanka atlayıp motor bölmesini molotof kokteylle yakmaya çalışarak ya da periskopları çamurla sıvayarak tankı tahrip etmeye çalışırlardı. Ama doldurucum, elinde MP-5 ile onları bekliyordu.

Pusu yerine geldik. Çevreyi taradıktan sonra makineli tüfeğimi gökyüzüne çevirdim. Bulutlar gitmiş, yıldızlar görünüyordu. Silahıma bağlı pasif gece görüş dürbünüyle yıldızları seyretmeye başladım. Gece görüş sensoru, en zayıf ışığı bile binlerce kez güçlendirdiği için, çıplak gözle görünenden belki binlerce kat daha fazla yıldız vardı. Requiem artık bitmişti. Evet, güzellik buraya aitti.

Yukarıda anlattıklarım gerçektir: 1994-95 yılları arasında Güneydoğu'da askerdim. Savaşı estetize etmek bana göre değil. Her şeyden önce, dökülen kanı okuyucuya satmak istemem. Fakat bu yazımda düşleri değil, gerçekleri paylaşmak istedim. Bununla birlikte gerçekleri paylaşmak zordur. Belki de düşler ortak, gerçekler muhteliftir.

Tuesday

Cinler

(1998 yılında Öküz dergisinde tefrika halinde yayınlandı)

Şimdiki neslin dedelerinin anlattığına göre vaktiyle Bağdat'ta, ihtiyar annesiyle eski evlerinde yaşayan bir âşık vardı. Kırkına merdiven dayamasına rağmen müzmin bir bekâr olan bu karasevdalı, bütün gününü, abayı yaktığı gözağrılarına şiirler ve kasideler yazmakla geçirir, döktüğü gözyaşları, boğazında düğümlenen hıçkırıkları, buğulu gözleri zavallı anasının içine işlerdi. İyice bezen kadıncağız sonunda oğlunu üfürükçülere götürmeye karar verdi. Çünkü bir cinin büyü yoluyla, fitnecinin biri tarafından oğluna tebelleş edildiğine inanıyordu. O yaşına rağmen sırtına kazma kürek alıp evin avlusuna çıktı ve bir armut ağacının dibini kazdı: Çeyiz olarak getirdiği 120 altını tam yarım asır önce, kara günler için buraya gömmüştü. Altınları alıp, gözü yaşlı, başı dumanlı oğluyla birlikte üfürükçülerin kapısını çalmaya başladı. Kurşunlar dökülüp muskalar yazıldı, mübarek dualar okunup mukaddes macunlar hazırlandı. Hatta, neşter vurup bedendeki mâlihülyayı akıtacağını ileri süren bir cerraha 7 altın, Hidistan kafuru ve eter koklatıp aşkla çarpan yürekleri teskin edeceğine bahse giren bir berbere 5 altın, kirpikleri ok, kaşları yay, can yakıcı bir ceylanı bakar bakmaz bir acuze gibi gösterecek üç odaklı gözlük camlaı yapan bir dürbüncüye ise 9 altın kaptırıldı. Ancak hiçbir üfürükçü, efsuncu, kocakarı ve gözbağcı, zavallının gönül derdine derman bulamadı. Adam yine eskisi gibi gördüğü her hatuna abayı yakıp yıldırım aşkıyla vurulmaya, gazeller ve beyitler yazıp karasevdadan gözyaşları dökmeye devam ediyordu. Çünkü onu çarpan mahluk, bilinen cinlerden değildi. Bununla birlikte, halkın sokaklarda barikatlar kurarak isyan ettiği, devasa çelik kulesiyle ünlü bir batı başkentinin tıp okulundan atıldıktan sonra Bağdat'a gelip yerleşen bir hekim bu cini teşhis etti. Üstünkörü tıp Latincesi bildiği için huafelere itikat etmeyen adam sözkonusu cinin, evliyaların ve üfürükçülerin sık sık görüp kovduğu türden değil, bir kupid, yani bir aşk cini olduğuna kalıbını basıyordu.

Müspet ilimlerle uğraştığı için hurafelere pabuç bırakmayan hekimin anlattığına göre aşk cinleri olan kupidler, tıpkı Felemenk ya da İtalyan ressamlarının tasvir ettiği gibi çıplak, bebek yüzlü, tombul yanaklı ve toplucaydı. Ancak kanatları kuşlarınkine değil, böceklerin, daha çok tatarcığınkine benzerdi. Ok ve yay taşırlar, pusuya yatıp bir zavallı delikanlının güzeller güzel genç bir kızla gözgöze gelmesini bekler ve tam nazar anında yayı gerip oku fırlatarak oğlanı kalbinden vurur, biçareyi âşık ve meftun ederlerdi. İşlerini böylece bitirdikten sonra vızıldayarak olay yerinden uzaklaşır, nişancılıklarıyla övünerek keyiflerinden de bir türkü tuttururlardı.

Hekim böyle diyordu ama, zavallı âşığın ihtiyar anası dindar bir kadındı ve ananevi, bildik cinlere inanırdı. Ayrıca Bağdat'taki bütün camilerin imamları aşk cinleri olan kupidlerden habersizdi. Fakat ihtiyar kadın, bu güvensizliğin bedelini ağır ödedi: Gönül derdinden muzdarip oğlu, günler ve geceler süren bir gözyaşı ve hıçkırık nöbetinden sonra aşktan ölüverdi. Kadıncağız oğlunun yasını tutarken hekim kapıyı çaldı ve artık ne diller döktüyse onu, merhumun naaşının teşrihi için razı etti. Bir neşterle göğsü yardıktan sonra aşık adamın kalbinden cımbızla, tam 179 aşk oku çıkardı. Ölüm nedeni hyperamoritis'e bağlı kalp yetmezliğiydi. Hekim bununla da yetinmedi. Kupidler ve onların yol açtığı aşk hastalığı, yani amoritis konusunda bir kitap bile yazdı. Ayrıca aşk cinlerinin oklarını etkisiz kılacak bir yakı geliştirdi. Bunu yüksek fiyatlardan satıp hem para hem de şöhret kazandı. Öyle ki, şairlerin hayat hikayelerini yazan ünlü bir edebiyat alimi, Bağdat'ta şiir sanatının o tarihlerde gerilemeye başlamasını bu yakılara bağlamıştı.

Gel gör ki, cinler alemi hakkında en engin bilgisi olan kişi Kahireli Talah'tı. Kavalalı soyundan gelen ve yakın zamanda İngiliz ilinde fen tahsil eden Talah, değil kupidlere, sağda solda, eşikte köşede gördüğümüz, viranelerde kahkasını kıkırtısını işittiğimiz, bildik, sıradan cinlere bile inanmazdı. Onun bu mahluklara inanmaya başlaması, yani cinler konusunda hidayete ermesi hakkında şunlar rivayet edilir: Talah, gösterişli ve kırmızı mühürlü bir fen diploması alıp buharlı gemiyle İskenderiye'ye, oradan da Kahire'ye ailesinin yanına gelerek babasının elini öptükten bir ay sonra, gecelerden bir gece, kocakarının birinin anlattığı cin peri masallarına adamakıllı içerlemişti. Çünkü müspet ilimlere göre ifrit mifrit yoktu ve bunların silmesi yalan dolan şeylerdi. Ne var ki ev halkı yatmaya çekildiğinde, Talah masalları düşünmeye başladı. Keyfi huzuru kaçtığı için uzun süre uyuyamadı. Sonunda sızıp kaldı ama, vakit geceyarısını çoktan geçtiğinde, sıkıştığı için uyanıverdi. Aksi gibi hela evin dışında, ta bahçedeydi. Talah eline bir mum alıp merdivenleri inerek bahçeye çıktı. O karanlıkta helaya doğru yürüdü. Gıcırdayan kapıyı açıp içeri girdi ve gecelik entarsini toparlayıp elinde mum olduğu halde çömeldi. Tam o anda, gözü taharet maşrapasına takıldı. Maşrapa kımıldar gibiydi. Mumu yaklaştırıp inceleyeyim derken, maşrapanın içinden ansızın bir cin, kafasını çıkardı. Kocakarının masalında anlattığı gibi sivri kulaklıydı; üstelik sırıtıyordu. Talah'ın gözleri, korkudan yuvalarından uğradı ve ıkınmasına bile gerek kalmadan, Hint yağı içmiş gibi, kuburu neredeyse ağzına kadar doldurdu. Bu yetmiyormuş gibi, cin, maşrapadan muma uzanıp alevi üfleyince, zavallı karanlıkta kaldı. Bütün bunlar kaşla göz arasında olup bitmişti. Sabah gelenler onu helada çömelmiş vaziyette, beti benzi atmış, dişleri takırdarken buldular. Yatağına götürüp bir bardak su içirdiler. Tam üç gün boyunca yatağında yatarken durmaksızın, çeneleri titreyip birbirine vuruyordu. Öyle ki, sonunda işleri teker teker çatlayıp tuz buz oldu ve o genç yaşında takma diş kullanmaya başlayacaktı. Nihayet kendini toplar gibi olduğunda kalkıp, o gece cin peri masalları anlatan kocakarının elini öperek af diledi. Ayrıca, İngiliz ilindeyken düşüp kalktığı, amele sınıfını isyana kışkırtan iştiraki arkadaşlarından kaptığı Allahsızlık illetinden de kurtuldu. İşte Talah, hidayete böyle erdi. Hal böyle olunca, tövbe istiğfar ederek fen diplomasını da yırtıp attı.

Hidayete ermesinden sonra Talah bütün hayatını cinler aleminin esrarını keşfetmeye adadı. Hatta bu mahlukları inançsızlara teşhir edebilmek için iki odaklı bir fotoğraf makinesi bile geliştirdi. Ama bu girişiminin sonu hüsran oldu: Ateşten yaratılmalarına rağmen cinler, fotoğraf filmi üzerinde iz bırakmıyorlardı. Belki de onları görebilmek için teknoloji değil, biraz inanç, az buçuk hayalgücü, bir nebze de iç sıkıntısı gerekiyordu. Meseleyi zihnine giderek fazlasıyla taktığından, zamanla bu üç şartla da iyiden iyiye uydu. Öyle ki, çarşıda pazarda bu yaratıkları eskisine nazaran daha sık görmeye başladı. Cinlerden kimi, sokak sokak dolaşarak bağıra çağıra malını öven bir seyyar satıcıyı takip eden adam ne söylerse arsızca tekrarlıyor, kimi de inançsızlar için görünmez olma özelliğini eğlenip dalga geçmek için kötüye kullanarak bir kıraathanede tavla oynayanların attığı zarları gönlüne ve aklına estiğince değiştirip kıkırdıyor, kimi ise para sayan bir zavallı veznedarın kulağına ilgisiz rakamlar fısıldayıp, adam şaşırınca eğleniyordu. İnancı kuvvetlenince, Talah daha da çok cin görmeye başladı. Hatta bir perşembe günü, Kahire sokaklarında izdihamın azaldığı akşam vaktinde kıraathanein birinde bu mahluklardan yirmisini birden gördü. Boyları iki karışı geçmeyen bu cinlerden bazısı cübbe giymiş, kimi fes takıp kimi de sarık bağlamıştı. Takunyeyle dolaşan bazıları dışında diğerleri yalınayaktı. Birkaçı çubuk tüttürüp keyif yaparken çoğu, artık nasıl bir hileyle başardılarsa, nargile şişesi içinde kapana kıstırdıkları hemcinslerinden biriyle dalga geçiyorlar, marpucu üfleyip şişedeki suyu fokurdatarak zavallıyı rahatsız edip kızdırıyorlardı. Kısacası, birçoklarınca bir sinir buhranı geçirdiğine inanılan Talah'ın gördükleri ya da söyledikleri doğruysa, cinler aleminde usul erkan, edep terbiye, nezaket ve haysiyet yoktu. Yine de bu mahluklar ne kadar pişkin, küfürbaz ve geveze olursa olsunlar, aralarında birkaç istisna da yok değildi. Nitekim Talah, Kahire'de bir cuma namazı sırasında, tam da imamın hemen arkasındaki safta namazlarını kılan iki cin görmüştü. Üstelik, sivri kulaklarına rağmen başlarında birer namaz takkesi bile vardı. Öte yandan Talah, yine bir mübarek cuma günü dilencilerden birine sadaka veren bir cine tesadüf etmişti. Verilen sadaka ise, eğer anlatılanlar doğruysa, Saba Melikesi Belkıs'ın Hazreti Süleyman'a çeyiz olarak getirdiği yüzbinlerce altından sadece biriydi. Sonunda Talah, üşenmeyip oturdu, onca bilgisi ve görgüsüyle cinler alemi hakkında belki de en esaslı kitabı yazdı. Bu muazzam eseri Kahire'de bir matbaada bastırıp, üstelik bir de İngiliz lisanına çevirdi. Fakat bu ülkede kitabına itibar eden bir yayımcı bulamayınca servetinin kalan kısmını bir matbaacıya vermek gafletinde bulundu. Matbaacının 81 yaşındaki eline ağır ve gözleri aşırı derecede bozuk mürettibi bu büyük eserin son harfini dizemeden, Talah sefalet içinde vefat etti. Talah'tan çok, ama çok zaman sonra, günümüze yakın bir tarihte Anadolu'nun orta yerindeki bir köyde dört cin yaşıyordu. Bu cinlerin adları, sırasıyla, Recep, Şaban, Ramazan ve Bayram'dı. İşte, günlerden bir gün bir kupid, pek seviyesiz ve kaba bulduğu bu dört cinin başına bir çorap ördü: Pusuya yatıp okuyla nişan alarak onları teker teker kalplerinden vurdu ve her birini köyün en dindar adamının dört güzel karısına aşık etti. O günden sonra köylüler, oyunbaz cinlerin kıkırtılarını ve şakalaşmalarını işitemez oldular. Çobanlar, sevgililerin birbirlerine vermek için kopardıkları dağ lalelerinin yerden bir bir eksildiğini, geceleri dolunay altında hıçkırıklar ve çaresiz iniltiler işitildiğini fark ettiler. Aşık cinler gerçekten de çaresizdi. Çünkü abayı yaktıkları kadınların kocası, yani rakipleri, ezberinde cinler alemini inletip titretecek kadar dua bulunan, namazında niyazında, nefesi kuvvetli bir üfürükçüydü.

Eve girmeyi cinlerin gözü yemiyordu ama, ateşten yaratılmalarına rağmen bu kez aşktan tutuşmalarına ramak kala, adam yokken bir gece eve girmeye yeltendiler. Bu yegane fırsattı belki ama, aksi gibi evin lambalı radyosunda mübarek Regaip Kandili yayını vardı. Duaları işitir işitmez, bu yüzden gerisin geri döndüler. Gönüllerini kaptıralı beri dördünün de ağzını bıçak açmıyor, ciğerleri yanıyor, sık sık göğüs geçirip bazen için için, bazen de hüngür hüngür ağlıyorlardı.

Bununla birlikte gecelerden bir gece, fazlasıyla serseri ruhlu oldukları için iyice zıvanadan çıkmış, söyledikleri açık saçık türkülere bakılırsa kantarın topuzunu adamakıllı kaçırmış iki cinle karşılaştıklarında yüreklerinde az buçuk umut yeşerdi. O anda kurnazlık düşünüp bir fırıldak çevirmeye karar verdiler. Sayıca üstün oldukları için gerek tehdit ederek, yeri geldiğinde ise yalvararak, iki serseri cini köy muhtarının evinde olay çıkarmaya yani çanağı çömleği kırıp evin damında tepinerek takırtı etmeye razı ettiler. Zaten serseri cinler de aslında bu işe gönüllüydü, fakat bir kez onlardan bir şey istendiği için kendilerini ağırdan satıyorlar, tafra yapıyrolardı. Aslında hakları yok değildi, çünkü dalavere oldukça tehlikeliydi. Muhtarın evinde tam gece yarısı patırtı çıkınca üfürükçü derhal oraya çağrılacak, böylece dört karısı da gecenin o vakti yalnız kalacaktı.

Nihayet gece yarısı muhtarın evinden gürültüler yükselmeye başladıktan az sonra, koşa koşa gelen bir kadın üfürükçünün kapısını çalarak evlerini cinlerin bastığını haber verdi. Başında namaz takkesi, üstünde gecelik entarisi, ayağında takunye ve elinde Kuran olduğu halde adam fare görmüş kedi gibi fırlayıp muhtarın evine koşmaya başladığında karıları evde yalnız kaldı. Fırsatı ganimet bilen dör cin de kapıdan, bacadan, pencerelerden eve daldılar. Abayı yaktıkları kadınlar büyük bir yer yatağında yüzüstü yatmış uyuyorlardı. Günlerdir meftun oldukları gözağrılarını bu durumda sereserpe gören cinler düğün bayram edip, uyuyan kadınların bacaklarının arasına girerek sırtlarını kalçalarına dayadılar. Gözleri gönülleri açılmış, ağızları kulaklarına varmıştı. Fakat diğerlerinin etekleri zil çalmasına rağmen onca zevk ve safa arasında içlerinden biri, üfürükçü her an gelebilir diye endişeliydi. Ancak bu, diğer üçü için, alay, sataşma ve el şakası vesilesi oldu. Sonunda, bu temkinli ve basiretli cinin hiç de haksız olmadığı ortaya çıktı.

Bu işaret anında, ardına kadar açılmış kapıda üfürükçü belirince, uyuyan kadınların bacakları arasında keyif yapan cinlerde şafak attı. Büyük bir öfkenin eseri olarak, adamın gözleri çakmak çakmaktı. Fakat onları bir gazabın parıldadığı gözleriyle değil, elbette imanıyla görüyordu. Üfürükçü eüzübesmele çekerken, temkinli cin kulaklarını tıkayıp bacadan kaçıverdi. Adam büyük bir süratle üç kulhuvallahu bir elham okur okumaz, donakalan üçünün başı dönmeye, sivri kulakları uğuldamaya, gönülleri bulanmaya başladı. Öfkeli koca, terliği kaptığı gibi cinlerden birine fırlatıp zavallıyı sersemletti. Diğer ise terliği kafasına yer yemez yığıldı kaldı. Adamın arkadaşlarıyla uğraşmasını fırsat bilen üçüncüsü ise sendeleye sendeleye bir fare deliğine kapağı attı. Bulunduğu az çok emniyetli yerden, baygın arkadaşlarının tıpkı birer kedi yavrusuymuş gibi, üfürükçü tarafından enselerinden kavranarak iki boş şişeye konulduğunu, bu tonik ve bira şişelerinin ağızlarının, üzerlerine dualar yazılı bir kağıt parçasıyla sıkıştırılıp kapandığını seyretti. Tabiatüstü kuvvetlerle mücadele etmenin yol açtığı onca manevi yorgunluktan sonra adam iman tazeleyip iki rekat namaz kılmak isteyince, fare deliğine saklanan cin, rekatların arasında, adamın arkasından bir koşu sıvıştı ve kapıdaki çatlaktan dışarı fırlayıp paçayı kurtardı.

Bu olaydan tam iki gün sonra, koku köye iyice yayıldığında üfürükçünün oğlu, babasından habersiz, içlerinde birer cin bulunan bira ve tonik şişelerini köy bakkalına götürdü ve depozitosuyla bir paket nane şekeri ile iki meyvalı sakız aldı. Böylece cinler büyük kentlerin yolunu tuttu. İki ayrı fabrikada şişeler yıkanırken, ateşten yaratıldıkları için zavallı cinler, deterjanlı suyun etkisiyle yine sersemlediler. Sonunda birine tonik, diğerine ise tekrar bira dolduruldu. İçinde bir cin olduğu için rengi bir tuhaf olan tonik şişesi, müşterilerin ilisini çekmediğinden aylarca ve yıllarca dolapta bekledikten sonra miadı doldu. Birayı ise, şişesinde bir cin hapis olduğu halde, efkar dağıtmak isteyen bir kabadayı fondip yaptı. Öyle ki, adamın ağzının, burnunun, kaşının, gözünün yerinden oynadığını gören külhani arkadaşları, alt tarafı bir şişe birayla çarpıldığını görünce, mangalda kül bırakmadığı halde kabadayının içkiye dayanıksız olduğuna hükmedip selamı sabahı kestiler.

Üfürükçünün enselediği cinlerin adları Recep ve Bayram'dı. Recep, tonik şişesi içinde yıllarca sıkıntıdan patlayacak, ama Bayram, çarptığı kabadayı çizgili lacivert takım elbisesi ve afili yeleğini bir deli gömleğiyle değiştirip heyulâ gibi iki güllâbici nezaretinde tımarhaneye kapatılınca, yıllardır aradığı oyun cennetini bulacaktı. Bir fare deliğine saklanan, üfürükçünün Rabbine secde etmesini fırsat bilerek yakayı sıyıran cin, yani Şaban ise, gecenin o vakti, arkadaşlarıyla her zaman buluştukları viraneye kendini dar attı. Kadınların kocası daha onları bastığı anda tabanları yağlayan temkinli cin oradaydı. Dört kadından biri olan Zilkade'ye Ramazan adlı bu cin aşıktı. Tam bir asır önce yolu bu köye düşen bir kadından konuşma ustasının iki karış boyundaki kuklasından aşırdığı redingotunun yakasını kaldırmış, hüngür hüngür ağlıyordu. Aşk ateşiyle için için yanan arkadaşını gören Şaban'ın hıçkırığı boğazında düğümlendi. Korkusunu unutup sevgilisi Zilhicce'yi hatırladı. Gözlerinde birkaç damla yaş belirdi. O gece viranede iki cin, dolunay altında sabaha kadar gözyaşı döktüler. Biri, "Ah, Zilkade!" diye feryat ederken, diğeri de, "Ah Zilhicce!" diye sızlanıyordu. Aksi gibi yağmur da başlamış, ortalığa bir kasvet çökmüştü. Ateşten yaratılmalarına rağmen üşüyor, belki de gönül derdiyle ürperitiyorlardı. Belli ki, Zilkade ve Zilhicce'ye asla kavuşamayacaklardı.

Ramazan, redingotnun yakasına asılıp sivri kulaklarını örtmeye çalıştı ve umutsuz, hüzünlü bir sesle, "Bu iş acaba tatlıya bağlanır mı? Zilkade beni beğenir mi sence?" diye sordu.

Diğerinin ise, arkadaşından çok kendine cesaret vermeye çalıştığı belliydi. "Neden olmasın? Bak! Filinta gibi bir cinsin. Redingotun da çok yakışıyor doğrusu. Bana bir baksana! Bir cepkenim, bir de başımda küllahım var sadece." dedi.

Ramazan bu sözlere pek inanmış gibi değildi. Buğulu gözlerle, "Ama sırtımda hafif bir kambur var." dedi, "Zilkade kambur bir cinle evlenir mi hiç?"

Şaban kızgınlıkla, "Aptal! O kambur gazdan oluyor" diye bağırdı, "Yediğine içtiğine dikkat et, bak o zaman kambur mambur kalıyor mu!"

Ötekinin gözlerinde bir umut ışığı belirdi: "Öyleyse beni kucağına al ve sırtıma pat pat vurup gazımı çıkart. İşimi şansa bırakmak istemiyorum. Zilkade beni böyle beğenmez! Ne olur! Hatırım için yap bunu!" diye bağırdı.

Ne var ki öteki cin bu işe pek yanaşmıyordu. Çünkü pek tabii, arkadaşının yellenmesiyle çıkacak koku işine gelmezdi. Bu yüzden lafı çevirip onu geğirmeye razı etmeye çalıştı. Ama söz ağzından bir kez çıkmış, ok yaydan artık fırlamıştı. ramazan bir türlü ikna olmayıp ısrarlarına devam edince, çaresiz, arkadaşını kucağına alıp arzusunu yerine getirdi. Fakat bu, her şeyin sonu oldu. Viranenin çatısına tüneyen baykuşlar çıkan şiddetli gürültüden ürkerek uçup gittiklerinde, ortalığı dayanılmaz bir koku kapladı. Bunu ilk hisseden köpekler oldu ve havlamalarıyla bütün köyü ayağa kaldırdılar. Ertesi sabah koku bütün köye, hatta vadinin tamamına yayıldı.

İkinci gün ise, burunları çok hassas olduğu için, en sadık köpekler bile kokuya dayanamayıp sahiplerini terk ederek köyden kaçtılar. Sanki, köyün ortasına bir sığır sürüsü topluca katldilmiş ve leşler güneş altında haftalarca bekletilmiş gibiydi. Zilkade ve Zilhicce dahil üfürükçünün dört karısı kocalarıyla birlikte, diğer aileler gibi onuncu gün köyü terk ettiler. Sonunda bütün vadi bomboş kaldı. Bütün bu felaketlere rağmen üstelik, Ramazan'ın kamburu kaybolmamıştı. Sevgililerin artık çok uzaklarda olduğu yetmiyormuş gibi, önlerinde boş bir köy ve burunlarında dayanılmaz bir koku vardı. Bu umutsuzluk çölünde artık aşk olamazdı. İki cin vadiyi ve manzarayı gören bir tepenin zirvesinde ıstıraplı ve apaçık bir gerçeği kabul etmiş olmalarının hüznü, gözlerinde yaş, dudaklarında acı bir gülümsemeyle, asırlardr yaşadıkları bu yeri, hiç konuşmadan uzun uzun seyrettiler. Güneş battıkltan sonra, sessizliği Ramazan bozdu.

Acıklı bir sesle, "Ey sevgili, biricik kardeşim!" dedi, "Pembe hayallerimiz bir yellenmede böylece uçup gitti. Asırlık biraderlerimiz Recep ile Bayram üfürükçünün gadrine maruz kaldı. Hele hele, gözağrılarımız Zilkade ile Zilhicce şimdi kim bilir nerede! Bahtımız kara, alın yazımız böyleymiş, ne yapalım! İyisi mi, gel, bağrımıza taş basalım. Ağlamak sızlamakla bir yere varamayız. Zaten bu işin olacağı da yoktu: Zilkade bana, Zilhicce de sana varsaydı, o zalim üfürükçü asla peşimizi bırakmaz, bizi bir viranede kıstırırdı. Hem cinin talihi kör, kısmeti kapalıdır. Bir düşün! Gözdelerimizle aynı yastığa baş koysaydık. Allah sevenleri korur ya, yine de hayat onlar için zor olurdu. Şimdi hiç olmazsa aç açıkta değiller. Bu da bizim için teselli olsun. Bu yüzden gel de, aşklarımızı içimize gömelim ve yözyaşlarımızı artık içimize akıtalım. Hayat devam ediyor ve ondan zevk almak zorundayız. Madem ki talih gönül kapısını suratımıza kapadı, en iyisi biz de diyar diyar dolaşır, günümüzü gün ederiz. Onu bunu matrağa alır, makaraya sararız. İçimizdeki gönül sızısı geçecek gibi olmasa da, önümüze geleni tefe koyup çalar kıs kıs gülüp bu dünyadan kâm alırız."

Ramazan diğerine nazaran daha bir aklıselim sahibiydi. Söyledikleri Şaban'ı etkilemişti. Hayata, tabiri caizse sıfırdan başlayacaklar, yeni bir sayfa açacaklardı. Böylece iki cin yollara düştü. Günlerce gecelerce durup dinlenmeden yürüdüler. Sonunda bir kasabaya vardılar. Kasabanın istasyon kahvesinde, o sıcakta havuzun başında nargilesini fokurdatan, keyif düşkünü olduğu belli, yaşı yirmi beşten yukarı bir adamı gözlerine kestirdiler. Maytaba alıp dalga geçebilecekleri, tam aradıkları gibi biriydi bu. Saf bakışlı, kara yağız ve ince uzun biri olan bu adam, elbette Hacı Naz'dı.

Genellikle saf saf, bazan da kötü köü bakan biri olan Hacı Naz, oldukça bön, inatçı, biraz da kalın kafalıydı. Zihni fazla iyi işlemeyen birine göre hayatı boyunca çok çalışıp zahmet çektiğinden, rahatlığın ve tembelliğin değerini gayet iyi bilir, bu nimetlere erişmek için kaytarmaktan, eğer yakalanırsa yalan söylemeyekten çekinmezdi. Belki de, bu tabiatı epeyce erken geliştiği için vaktiyle ana babasından, dayılarından ve amcalarından yediği hesaba gelmez kötek zavallının duruşunu bile biçimlendirmişti: Bu zayıf, kara yağız adam, boşta gezinip adı muhitinde serseriye çıkmasın, bu arada cebi az buçuk para da görsün diye kendisinin nalburiye dükkanına getir götür işleri almak gibi büyük bir hayır işleyen dayısının gözü önünde çalışırken, ensesine her an bir tokat inecekmiş gibi kamburunu çıkarır, omuzlarını kulaklarına kadar kaldırıp başını gizlerdi. Yalancılık ve fesat onun tabiatında yoktu; bunlar sonradan öğrendiği şeylerdi. Bıraksalar, orta okuldan belgeli Hacı Naz, mutlu biri olabilir, üstelik bunu hayatta bir anlam aramadan yapardı. Fakat onu durmaksızın koşturup zahmete koşmak, hayatını ve tüm varoluşunu adadığı keyif-rahatlık-tembellik teslisinden koparmak isteyen onlarca ve yüzlerce kişiyle başı her zaman derde girmişti. Kaytarırken yakalandığı vakit durumu kurtarmak için yalan söylediğinde, fazlasıyla saf olduğu için büyük bir vicdan azabı duymuyor, böylece o mukaddes ruh huzuru asla bozulmuyordu. Ona azap veren asıl şey, bedeninin bu huzuru ruhu kadar yaşama fırsatını pek bulamamasıydı. Diğer bir sıkıntısı ise, hem saf hem de fesatçı olmasının, bazı ağır sataşmalara davetiye çıkarmasıydı. Bu alayların biraz olsun önüne geçebilmek için katlın, çatallı bir sele ve külhani bir üslupla konuşmayı âdet edinmişti. Bu özelliğini pek beğenir, sesi ve konuşma üslubuyla kendisini böyle ağırdan sattığı halde, nasıl olup da itibarının bu kadar az olduğunu beyni bir türlü kavramazdı. Üzüldüğü birkaç şeyden biriydi bu Tanrı'nın ona bahşettiği cennet huzurunu, kendisini ikide bir zahmete koşarak bozan bütün insanlardan, yokluğuyla öç almayı sık sık hayal ederdi. Senaryosu basit, ama etkiliydi: Günün birinde akrabaları, patronları ve arkadaşları onun vefat ettiğini işitecekler ve doğruca evine koştuklarında, çarşafla örtülmüş, üstüne bıçak ve sabun konuş, sedirde yatan naaşını göreceklerdi. Cenaze namazını kıldıktan sonra pişmanlık gözyaşları akıtacaklar ve zavallının helvasını yerken lokma boğazlarından geçmeyecekti. Bu ağır pişmanlık, evlatlara ve torunlara onun adının verilmesine yol açacak ve Hacı Naz adı yüzyıllarca, bir haksızlık ve pişmanlık rüzgarı gibi, nesilden nesile geçecekti. Bütün bu hayalleri o ender tembellik kaçamaklarında kurar, ancak yakalanır yakalanmaz ensesine inen okkalı bir şaplakla cenneti sönüverirdi.

Kendisine ikide bir iş buyuran, bağıra çağıra onu hımbıllık ve miskinlikle suçlayan dayısının nalburiye dükkanında sabahtan akşama kadar çalıştığı yetmiyormuş gibi, Hacı Naz'ın üstelik bir de gönül sızısı vardı. Evet! Müezzinin küçük kızına ilgi duyuyordu. Sabah uyanır uyanmaz, usturası, sabunu ve tasıyla aynanın karşısına geçer, özenle traş olurdu. Saçlarını limon suyuyla tarayıp, annesinin geceden ütülediği pantolonu ve gömleği giyer, kulağına bir karanfil iliştirip aynada kendisine son bir kez daha baktıktan sonra sokağa çıkardı. Güzergahı elbette, müezzinin evinin önünden geçiyordu. Gönlünü kaptırdığı kız o saatte ev işlerine başladığından ara sıra balkonda ya da bahçede olur, gözgöze geldiler mi, Hacı Naz gayri ihtiyari, eliyle saçını şöyle bir sıvazlardı.

İki patavatsız cinin kendisine musallat olduğunu bilmeyen Hacı Naz, sabahlardan bir sabah esneyerek yataktan kalktığında, her zaman olduğu gibi traş takımıyla yine aynaya gitti. Gel bör ki bunca zamandır onun ruhunu okuyan cinlerden Şaban, aynanın içine giriverdi. Adam yüzünü sabunlayıp usturayı yanağında tam gezdiriyordu ki, aynadaki aksinde bir gariplik sezdi: Kulakları sivri ve uzundu. Teni ise çok koyu idi ve yeşile çalıyordu. Üstelik gözbebekleri kırmızımtraktı. Kısacası bu haliyle, değil müezzinin küçük kızına göz süzmek, insan içine çıkmak bile doğru değil gibiydi. Tam bu anda aksi, ona göz kırpar gibi oldu. Bunun üzerine Hacı, gidip yüzünü soğuk suyla iyice yıkayarak uyku sersemliğini atmış durumda tekrar aynanın önüne geldi. Hayır! Yanılmıyordu! Kulakları gerçekten sivri ve uzundu. Gördüklerinden emin olmak için ağzını iyice açtı. Aynadaki aksi de ağzını açmıştı. Ne var ki kendisinin dişleri sigaradan sapsarı olduğu halde, aksinin dişleri bembeyaz, bununla birlikte her yeri sipsivriydi. Müezzinin kızı onu bu haliyle imkan yok beğenmezdi. Hacı Naz yutkundu; ağlamaklı bir yüzle doğruca, kuzinede gözleme yapan annesine koştu ve içli bir sesle,

-"Ana! Ben çirkin miyim?" diye sordu.

Oğlu fazlasıyla saf olduğu için onu oğlancıların kandıracağından oldum olası korkan kadın, öfkeyle,

-"Güzellik senin neyineymiş! Güzellik kadın kısmına yakışır. Erkek dediğin çirkin olur, çirkin!" diye bağırıp zavallıyı azarladı. Daha kızgınlığı sönmeyen kadın, oğlanın yine ayna seğirttiğini, kah ağzını açıp kapayıp, kah sağına soluna dönüp omuzunun üstünden kendini seyrettiğini görünce, huylanıp için bir kurt düştü. Bir erkeğin ayna karşısında bu kadar vakit geçirmesi, elbette şüpheyi davet ederdi.

Aynaya giren Şaban orada zavallı adamın taklidini yaparken Ramazan da, onun sağ arka cebinde tarakla birlikte taşıdığı, arkasında bir horos resmi olan cep aynasına girdi. Hacı Naz, ütülü gömleğini ve pantolonunu giymesine rağmen o sabah müezziin evinin önünden geçmedi. Dayısının dükkanına ıssız arka sokaklardan gidiyordu. Yarı yolda ep aynasını çıkarıp yüzünü yine inceledi. Tekrar aynı manzarayı, yani, koca delikli sivri burnu, üzerinde siğillerin ve sivilcelerin kaynadığı nefti teni gördü. Ağzını açıp dilini çıkardığında, cep aynasındaki cin de bu hareketi tekrarladı. Dili sivri, küçük dili ise kocamandı. O gün, ağzını bıçak açmadı. Akşam eve gelir gelmez kafayı vurdu yattı.

Sabah aynada yine aynı manzarayı görünce tüyleri ürperdi. Bu yüzden durumu en yakın arkadaşına açmaya karar verdi. Arkadaşı ona şu tavsiyede bulundu:

"Anlaşılan o ki, sen arsız bir cin ya da cinlerle karşı karşıyasın. Keratalar sana oyun oynuyor, seninle dalga geçiyor olmalılar. Bu durumda onları faka bastırmanın sadece bir yolu var. Aynanın karşısına geç ve suratını iyice asarak aksine bak. Hepimizin bildiği gibi, cinlerin topu gayrı ciddidir. Eğer aksin kendini tutamazsa, bil ki o cindir"

Bu öğüdü tutmaya karar veren Hacı Naz eve gidince aynanın karşısına geçip kaşlarını çattı ve suratını asarak sivri kulaklı aksine bakmaya başladı. Aradan birkaç dakika geçtikten sonra aksinin dudakları kımıldar gibi oldu. Belli ki yanağını ısırıyordu. Kendisi ise istifini bozmuyor, suratını bir nebze bile kımıldatmıyordu. Çünkü ciddiyet, itibar uğruna ağır başlı görünmeye hayatını vakfeden Hacı Naz için zor bir şey değildi. Sonunda aksi, ona öylece bakarkan suratını bir iki titrettikten sonra pıhlayıp kıkırdayıverdı. Foyası meydana çıktığı için aynadan dışarı fırlayıveren cin, gözleri kısılmış, eliyle ağznı kapayıp kıkırdaya kıkırdaya kaçıp gitti. Hacı Naz'ın esmer ve şaşkın sureti aynadaki eski yerine böylece yine yerleşti. Cinlerle arkadaşlığı artık başlamıştı.

Herhalde bir sarsıntı sonucu onun sinir buhranı geçirdiğine inanan arkadaşları kendisini alayla süzerlerken Haccı Naz, gördüğü cinlerin, dedesinden ninesinden duyup işittiği gibi olmadığını ileri sürüyordu. İkisi de kedi büyüklüğünde, kuyruklu ve sivri kulaklıydı. Şişmanca olanın adı Şaban, zayıf ve kamrubumsu olanınki ise Ramazan'dı. Arkadaşları arasındaki itibarına fazlasıyla önem veren Hacı Naz, çatallı ve kalın sesiyle, bu mahlukları pek yılışık ve laubali bulduğu için araya mesafe koyduğunu, onara faza yüz vermeyip kendini ağırdan sattığını, yoksa cinlerin, maazallah, işi el şakasına bile vardıracak kadar pişkin olduklarını anlatıyordu.

Dediğine göre mahluklar onu, efendi, ağırbaşlı ve oturaklı olduğu için çekemiyorlardı. Çünkü kendileri, sulu, arsız ve yüzsüzdü. Aradan günler geçip onlarla ahbaplığı, hasbıhali ilerlettiği zamanlarda bile Hacı Naz, tam da cinlerin bu pişkin tıynetini yansıtan şu ayna numarasıyla kendisini nasıl matrağa alıp rencide ettiklerini unutamayacak, onlara vakur ve mesafeli davranıp, hatta gizliden gizliye diş gıcırdatacaktı. Fakat anlattığına göre, galiba bu tavrı da pek para etmiyordu. İkisini ta uzaktan gördüğü halde cinler kendisine yaklaşırken o, görmezlikten gelip fazla yüz ermiyordu. Ama mahluklar efendice bir tavırla önce ona itibar edip ciddi, münasip bir konu açıyorlardı. Bu, elbette aslında onun önüne koydukları bir yemdi. Kurbanları nemrutluktan vazgeçip ciddi bir sohbete girdiğinde ise kıkırdamamak için dudaklarını ısırıyorlar, zavallı ara sıra başını çevirdiğinde birbirlerini dürtükleyip kıs kıs gülüyorlardı.