Bulgurcubaşı Kılbaz Regaip Efendi'nin Tezakirü'l-Mücrimin adlı eserinde anlatıldığına göre, Bomonti'deki Tekel Bira Fabrikası'nda 14. derecede genç bir memur olan Ali Selami, aslında dini bütün, apdestinde namazında, adamakıllı sofu bir zat idi. Öyle ki camilerin minarelerindeki müezzinlerden günde beş kere gelen çağrıların hiçbirine uymazlık etmez, bira fabrikasında bile olsa, seccadesini yere yayar, ve sünnetleriyle birlikte tekmilen namazlarını kılardı. Fakat bu adamın takdire en layık meziyeti bakir olmasıydı. Gerçekten de Ali Selami, uykusunda kendisini şeytanın aldattığı birkaç kez hariç, o güne kadar hiç boy abdesti almamıştı. Bekareti belki de onun en büyük hazinesiydi ve bu hazineyi müstakbel karısına saklıyordu. Değil zina ayıptır söylemesi, el ile istimna bile yapmamıştı. Ne var ki, bu tertemiz hayat uzun sürmeyecekti. Kılbaz Regaip Efendi'nin yazdıkları doğruysa, bir mübarek cuma günü, belki de koşuşturmayla geçen günün getirdiği yorgunluktan ötürü Ali Selami, akşam namazını kılarken daha ikinci rekatta secde ettiği vakit, gözkapakları ağırlaştı ve seccadenin üzerinde o vaziyette sızdı kaldı. İş bununla da bitmedi: Derin uykusunda rüya bile gördü. Rüyasında ak sakallı bir dede vardı. Ne var ki dedenin mukaddes bir zata benzediği pek söylenemezdi. Her şeyden önce üzerinde harmani, elinde asa ve ayaklarında demir çarıklar yoktu. Tam tersi, başındaki kasketi bitirimler gibi sağa yatırmış, ayağındaki çift renkli kunduraların da topuklarına basmıştı. Üstünde en adi kumaştan, lacivert üzerine beyaz çizgili, acemi bir terzi tarafından dikildiği hemen anlaşılan bir takım elbise vardı. Boynunda ise altın bir zincirin ucundaki, üzerinde Ayet el Kürsi yazılı yine altından bir levhacık göze çarpıyordu. Ayrıca, yeleğinin saat cebinden gümüş bir köstek sarkmaktaydı. İşte bu dede, kehribar tespihini şaklatmayı bırakıp cebinden çıkardığı paketten bir Birinci cıgarası alarak Zippo çakmağıyla yaktı. Dumanı ciğerlerine çektikten sonra Ali Selami'ye kayıtsızca, "Senin çekeceğin var!" dedi. Ali Selami ise korkuyla "Olamaz! Ben dini bütün biriyim. Bugüne kadar rekatlarca namaz kıldım, oruç tuttum, zekat verdim, kurban kestim. Çile çekmem için bir neden yok." diye cevap verdi. İhtiyar sinsice sırıtırak ona, "Hayır! Çile çekmeyeceksin. Çekeceğin başka bir şey. Bu ne biliyor musun? Hadi sana söyleyeyim: 15 ile 16'nın toplamı ne ise onu çekeceksin. Hemen şimdi! Bu sana acı değil zevk verecek ve bu işi zevk için yapacaksın. İkinci olarak Ümraniye'deki çöplüğün yanındaki İhsan Efendi Camii'nde, temizlenip ardından da yatsı namazı kılacaksın. Sana düşen görev de budur!" dedi. Bu sözleri işitir işitmez Ali Selami uyanıverdi. Gördüğü rüyada muhakkak ki bir hayır vardı. Bu yüzden elinde bir kalıp sabunla helaya gidip el ile istimna eyledi ve günahkar oldu.
Yatsı namazına yetişmek için apar topar yola koyulan Ali Selami, uzun bir yürüyüşten sonra Ümraniye'deki çöplüğün bitişiğinde bulunan, tek minareli ve epeyce bakımsız görünüşlü İhsan Efendi Camii'ne ulaştı. Minarenin şerefesinde biri ezan okuyordu. Ali Selami karanlığa rağmen dikkatle bakınca, ezan okuyan kişinin aynı zamanda sigara içtiğini farketti. Bundan başka, adamın başında namaz takkesi yahut sarık değil, sadece bir kasket bulunduğunu hayal meyal seçti. Pabuçlarını çıkarıp camiye girdiğinde içerisinin bomboş olduğunu gördü. Değil cemaat, namaz kıldıracak bir imam bile yoktu. Fakat yine de o cünup haliyle de olsa yatsı namazını tek başına kılıp, sağındaki ve solundaki meleklere selam vererek görevini tamamladı ve ikinci kez günahkar oldu. Tam yerinden kalkıyordu ki bir el omzuna dokundu. Ali Selami dönüp baktığında bu şahsın rüyasına giren ihtiyar olduğunu gördü. Adam utanıp sıkılmadan bu mukaddes mekana siyah beyaz renkli ayakkabıları ile girmişti. Bu aksi ihtiyarın yüzünden şiddetli bir öfke okunuyordu. İhtiyar, Ali Selami'nin suratına bir tokat çarptıktan sonra ona, "Behey zındık! Artık cehennemliksin! Çünkü bir gecede iki günah işledin. Hem zevk için elinle istimna ettin, hem de yıkanıp arınmadan namaz kıldın" diye haykırdı. Zavallı Ali Selami ise, "Fakat bu günahları işlememi sen istedin. Ben de senin ak sakalına hürmeten dediklerini bir bir yerine getirdim" diye itiraz etti. Bunun üzerine dede, "Her gördüğün sakallıyı deden sanma! Sana yaptığım sadece bir sınavdı ve sen sınavda kaybettin. Artık cehenneme girmen gerekiyor" dedi. Derken, Ali Selami'yi bir düşüncedir aldı. Neden sonra kendini toparlayarak, "İyi, güzel ama cehenneme buradan nasıl gidebilirim? Ben senin gibi gayp âlemini bilmem. Bana yolu tarif et. Et ki işlediğim iki günahın ceremesini çekeyim" diye sordu. Bu sözleri duyunca dedenin yüzü yumuşadı ve, "Bir günahkar olarak artık cehenneme yakınsın. Bunun için camiden çıkman yeterli. Fakat sakın unutma. Cehenneme şimdiye kadar hiç canlı girmedi. Senin buradan çıkman öldüğün anlamına gelir" dedi gayp âlemine aşina olanlarda bile hayret uyandıracak şekilde silinip sönerek ortalıktan kayboldu.
İşlediği iki günah sebebiyle bir süre için için ağlayan Ali Selami, mendiliyle gözyaşlarını sildikten sonra cehenneme gitmek için yerinden doğruldu ve girdiği kapıya yöneldi. Fakat ne garip iştir ki koskoca kapı yerinde yoktu. Bunun üzerine, başka bir kapı olabileceği umuduyla kıble tarafına yöneldi ve biri sağda diğeri solda olan iki kapıyla karşılaştı. Birinin üzerinde ışıklı harflerle WC, diğerinin üzerindeyse EXIT yazıyordu. Ali Selami önce tuvalete girip içeride bir süre kaldı ve günahlarını üçe çıkardı. Ardından çıkışa yöneldi. Bu kapıdan geçmeden önce derin bir soluk alıp dışarı çıktı. Bu da onun son soluğu oldu.
Sunday
Wednesday
Yeniçeriye Tavsiyeler -2
Hayvan Dergisi, Sayı 3
Şunu bilmelisin ki yeniçeri taifesinin karnını doyurduğu yer kışla değil ocaktır. Her yeniçeri bölüğünün aşında çorbacı denilen bir zabit bulunur. Ne var ki bu zatın çorba yaptığını ne gördüm ne duydum. Bundan da öte, bir orta yahut bölükte, neferler aşçı denilen zabitin yamağı olmaya can atarlar. Karın doyurmak o kadar önemlidir ki bir yeniçeri bölüğünün kazanlarını çaldırması ya da savaşta kaybetmesi büyük bir utançtır, mazallah!
Ey yeniçeri! Şimdi kulaklarını aç da beni iyi dinle! Çünkü sana, mutfağın bu kadar önemli olduğu bir bölükte kısa zamanda yükselip, çorbacı dedikleri zabitten bile kıdemli olmanın yollarından birini anlatacağım. Bu yüzden bana hayırdua etmeye hazırlan.
1- Mısır çarşısına git ve parana kıyarak 200 dirhem kadar öğütülmüş kakao al. Yeni Dünyadan gelen bu toza alt tarafı 450 akçe vereceksin. Ama bu iyi bir yatırım olacaktır.
2- İzdihamın olmadığı bir zamanı kolla ve bölüğün mutfağına gir. Kakaoyu 35 dirhem balla karıştır. Bir yandan da, azar azar süt ekle. Bu karışımı bir tencere içinde ocakta hafif ateşte, boza kıvamına gelene dek pişir. Ocaktan indirdikten hemen sonra 50 dirhem tereyağı dök. Pişirdiğin bu aşa krema denir. Soğuması için tencereyi bir kenara bırak.
3- Ardından 300 dirhem çiğ kaymak koyduğun tası, buz dolu daha büyük bir kabın içine yerleştir. Kaymak iyice donsun. Donunca 2 yumurta akı ve 110 dirhem bal ekle, ocağa, hafif ateşte oturt. Çırpma teliyle bu karışımı nazikçe çırp. Bembeyaz ve kıvamlı olduğunda kabı soğumaya bırak. Buna şantiy denir.
4- Bütün bunlardan sonra yarım bardak suya 20 dirhem bal ve 75 dirhem tereyağı ekle ve kaynat. 110 dirhem unu bu karışıma kattıktan sonra meydana gelen hamuru pişir ve 120'ye kadar say. Süre bitince ateşten indirip kaşık kaşık alarak her biri elma büyüklüğünde olacak şekilde tepsiye diz ve bölüğün fırınında yarım saat miktarı pişir.
5- Nihayet bu hamurları enine kes ve her birinin içini şantiy ile doldur. Hepsini bir tepsinin içine yığdıktan sonra tümünün üzerine bol bol kako krema dök. İşte bu tatlıya profiterol denilir. Gayet leziz ve nefis bir tatlıdır. Yeniçeri ocağında bundan daha güzel bir aş pişmiş değildir. Ayrıca bunu, bölüğündeki hiçbir aşçı bilmez. Dahası, profiterol yapan kişiye pastacı derler ki herhalde çorbacıdan daha üstün bir rütbedir.
Kapıkulları arasında bu durumdan sadece, yeniçeri ağası İzzet Paşa haberdardır. O da benim sayemde! Konu Sadrazam Halil Paşa'ya açıldığında pastacıların çorbacılardan daha kıdemli sayılacağına hiç şüphen olmasın, ey yeniçeri yoldaşım!
Şunu bilmelisin ki yeniçeri taifesinin karnını doyurduğu yer kışla değil ocaktır. Her yeniçeri bölüğünün aşında çorbacı denilen bir zabit bulunur. Ne var ki bu zatın çorba yaptığını ne gördüm ne duydum. Bundan da öte, bir orta yahut bölükte, neferler aşçı denilen zabitin yamağı olmaya can atarlar. Karın doyurmak o kadar önemlidir ki bir yeniçeri bölüğünün kazanlarını çaldırması ya da savaşta kaybetmesi büyük bir utançtır, mazallah!
Ey yeniçeri! Şimdi kulaklarını aç da beni iyi dinle! Çünkü sana, mutfağın bu kadar önemli olduğu bir bölükte kısa zamanda yükselip, çorbacı dedikleri zabitten bile kıdemli olmanın yollarından birini anlatacağım. Bu yüzden bana hayırdua etmeye hazırlan.
1- Mısır çarşısına git ve parana kıyarak 200 dirhem kadar öğütülmüş kakao al. Yeni Dünyadan gelen bu toza alt tarafı 450 akçe vereceksin. Ama bu iyi bir yatırım olacaktır.
2- İzdihamın olmadığı bir zamanı kolla ve bölüğün mutfağına gir. Kakaoyu 35 dirhem balla karıştır. Bir yandan da, azar azar süt ekle. Bu karışımı bir tencere içinde ocakta hafif ateşte, boza kıvamına gelene dek pişir. Ocaktan indirdikten hemen sonra 50 dirhem tereyağı dök. Pişirdiğin bu aşa krema denir. Soğuması için tencereyi bir kenara bırak.
3- Ardından 300 dirhem çiğ kaymak koyduğun tası, buz dolu daha büyük bir kabın içine yerleştir. Kaymak iyice donsun. Donunca 2 yumurta akı ve 110 dirhem bal ekle, ocağa, hafif ateşte oturt. Çırpma teliyle bu karışımı nazikçe çırp. Bembeyaz ve kıvamlı olduğunda kabı soğumaya bırak. Buna şantiy denir.
4- Bütün bunlardan sonra yarım bardak suya 20 dirhem bal ve 75 dirhem tereyağı ekle ve kaynat. 110 dirhem unu bu karışıma kattıktan sonra meydana gelen hamuru pişir ve 120'ye kadar say. Süre bitince ateşten indirip kaşık kaşık alarak her biri elma büyüklüğünde olacak şekilde tepsiye diz ve bölüğün fırınında yarım saat miktarı pişir.
5- Nihayet bu hamurları enine kes ve her birinin içini şantiy ile doldur. Hepsini bir tepsinin içine yığdıktan sonra tümünün üzerine bol bol kako krema dök. İşte bu tatlıya profiterol denilir. Gayet leziz ve nefis bir tatlıdır. Yeniçeri ocağında bundan daha güzel bir aş pişmiş değildir. Ayrıca bunu, bölüğündeki hiçbir aşçı bilmez. Dahası, profiterol yapan kişiye pastacı derler ki herhalde çorbacıdan daha üstün bir rütbedir.
Kapıkulları arasında bu durumdan sadece, yeniçeri ağası İzzet Paşa haberdardır. O da benim sayemde! Konu Sadrazam Halil Paşa'ya açıldığında pastacıların çorbacılardan daha kıdemli sayılacağına hiç şüphen olmasın, ey yeniçeri yoldaşım!
Saturday
Günlerden Bir Gün
İhsan Oktay Anar, Öküz Dergisi, Ocak 1998
Bugün kolay geçeceğe benziyordu. Çünkü sadece hem sabah hem de öğleden sonra, doktora ve yüksek lisans öğrencilerine verdiğim iki Yunanca dersinin sınavlarını yapacaktım. Acele etmeden kahvaltımı bitirip otobüs durağına koştum. Belediye otobüsüyle yolculuk 1,5 saat sürecekti. Fakülteye eriştiğimde üstelik, öğrencilere dağıtacağım soru kağıtlarını fotokopide çoğaltmam gerekiyordu. Her şeye rağmen, sınava tam zamanında girdim.
Günümü akademik olmayan konular üzerinde düşünmeye ayırmıştım. Ne var ki üniversite camiası üzerinde düşünmekten kendimi alamadım. Ortalamanın altında birinin üniversitede barınamayacğaı doğruydu. Gel gör ki, ortalamanın üzerindekilerin bu kurumda yaşayabilmeleri belki çok daha zor gibiydi. Bunları düşünürken, o yıllarda akademisyenlerin alaya aldıkları Ohm, Pasteur, Edison gibi isimler aklıma geldi. Galiba insanları, "olanlar ve yapanlar" diye ikiye ayırmak mümkündü: Bilim adamı olanlar ve bilim yapanlar, romancı olanlar ve roman yazanlar, zengin olanlar ve zenginliği üretenler gibi.
Hatırlarım, yıllar önce, yani henüz asistan olduğum zamanlardı. Bilgisayar denilen "garibe" üniversiteye yeni girmişti. "Klasik" akademisyenler onun kullanım imkanlarını bilmiyorlardı. Zaten çoğunun bu konuyla ilgilendikleri de pek söylenemezdi. İşte o yıllarda, Bilgisayar Mühendisliği Fakültesi'ne, FORTRAN dilini öğrenmek için gittiğimi hatırlıyorum. Asıl amacım, önermeleri sembolik dile çevirip, bilgisayarın bunlardan sonuçlar çıkarmasını sağlamaktı. Fakat bu teşebbüsümü birçok akademisyen, "Kendi konusu dışındaki şeylerle ne hakla ilgileniyor?" diye yadırgamıştı. Bu, elbette yıllar önceydi. Şimdi ise bu fakültenin bütün öğrencilerine bilgisayar dersi verilmeye başlandı! Üstelik, o yıllarda beni çekiştirenlerin hepsinde şimdi bilgisayar var. Ben ise bu yazıyı, emektar mekanik daktilomla yazıyorum. Aslında bunun bile fazla olduğunu söylemeliyim. Çünkü bir metni yazmak için sadece üç şey gerekir: Bir kağıt, bir kalem ve bir yazar...
Ancak öğretim elemanlarının bir kısmının bu kadar minimalist olduklarını söyleyemem (fakat yayınlarının sayısı, eserlerindeki orjinalite ve bilimsellik itibariyle minimalisttirler) İşte bu gruptan sınıf atlama özlemiyle yananlar için terfi etmek, hele hele "profesör olmak" büyük bir amaçtır. Kadın elbiseleri giyen bir erkek gibi, bir yolunu bulup profesör cübbesini sırtlarına atarlar. Bunlara "travesti profesörler" diyorum.
Ne var ki, çok değerli öğretim üyelerinin sayısı hiç de az değildir. Gerçekten de, bu karanlık tabloyu aydınlatan ışıklar da vardır. Fakültemde olağanüstü saygı duyduğum ve örnek almaya çalıştığım bir kişinin, Dr. Faris Hariri olduğunu itiraf etmeliyim. Ona yaşını hiç sormadım. Ama 60 yaşlarında olduğunu tahmin ediyorum. Sudan asıllı olan Faris Bey için öğrenmek ve bildiklerini paylaşmak çok önemlidir. Sanıyorum, onun kadar bilgili olsaydım, yine Faris Bey kadar alçakgönüllü olmayı asla başlaramazdım (ondan öğrenmem gereken tek şeyin belki de bu olduğuna zaman zaman inanıyorum). Bir kapıdan gireceği sırada benim (ya da başka birinin) geldiğini görünce, o yaşına rağmen karşısındakine yol vererek utandırır. Ancak bunu yapmacık bir nezaket olmadığını okurun bilmesi gerekir. Çünkü yıllar önceki bir kurul toplantısında, ansızın şiddetli bir deprem başlayınca, çok yakınında olmasına rağmen Faris Bey'in kapının yanında beklediğini, panik içinde kaçan profesörlere büyük bir kibarlıkla yol verdiğini bilirim.
Ne yazık ki birçok öğretim üyesi, Dr. faris Hariri'nin tam tersiydi. Bilme arzusuun değil, ünvan, şöhret ve güç hırsının yönettiği gölgelerin arasından sıyrılıp, akşamüstü evime döndüm. Çalışma odam, masam ve kitaplarım beni bekliyordu. Bu dünyada daha yapılması gereken çok şey vardı.
NOT: Rozenthal'in Erken İslam'da Mizah adlı eser, Ahmet Arslan'ın çevirisiyle IRIS yayınlarındna çıktı. Eser, sağ intelligentia'yı şaşırtacağa benziyor. Okuyucuya tavsiye ederim.
Bugün kolay geçeceğe benziyordu. Çünkü sadece hem sabah hem de öğleden sonra, doktora ve yüksek lisans öğrencilerine verdiğim iki Yunanca dersinin sınavlarını yapacaktım. Acele etmeden kahvaltımı bitirip otobüs durağına koştum. Belediye otobüsüyle yolculuk 1,5 saat sürecekti. Fakülteye eriştiğimde üstelik, öğrencilere dağıtacağım soru kağıtlarını fotokopide çoğaltmam gerekiyordu. Her şeye rağmen, sınava tam zamanında girdim.
Günümü akademik olmayan konular üzerinde düşünmeye ayırmıştım. Ne var ki üniversite camiası üzerinde düşünmekten kendimi alamadım. Ortalamanın altında birinin üniversitede barınamayacğaı doğruydu. Gel gör ki, ortalamanın üzerindekilerin bu kurumda yaşayabilmeleri belki çok daha zor gibiydi. Bunları düşünürken, o yıllarda akademisyenlerin alaya aldıkları Ohm, Pasteur, Edison gibi isimler aklıma geldi. Galiba insanları, "olanlar ve yapanlar" diye ikiye ayırmak mümkündü: Bilim adamı olanlar ve bilim yapanlar, romancı olanlar ve roman yazanlar, zengin olanlar ve zenginliği üretenler gibi.
Hatırlarım, yıllar önce, yani henüz asistan olduğum zamanlardı. Bilgisayar denilen "garibe" üniversiteye yeni girmişti. "Klasik" akademisyenler onun kullanım imkanlarını bilmiyorlardı. Zaten çoğunun bu konuyla ilgilendikleri de pek söylenemezdi. İşte o yıllarda, Bilgisayar Mühendisliği Fakültesi'ne, FORTRAN dilini öğrenmek için gittiğimi hatırlıyorum. Asıl amacım, önermeleri sembolik dile çevirip, bilgisayarın bunlardan sonuçlar çıkarmasını sağlamaktı. Fakat bu teşebbüsümü birçok akademisyen, "Kendi konusu dışındaki şeylerle ne hakla ilgileniyor?" diye yadırgamıştı. Bu, elbette yıllar önceydi. Şimdi ise bu fakültenin bütün öğrencilerine bilgisayar dersi verilmeye başlandı! Üstelik, o yıllarda beni çekiştirenlerin hepsinde şimdi bilgisayar var. Ben ise bu yazıyı, emektar mekanik daktilomla yazıyorum. Aslında bunun bile fazla olduğunu söylemeliyim. Çünkü bir metni yazmak için sadece üç şey gerekir: Bir kağıt, bir kalem ve bir yazar...
Ancak öğretim elemanlarının bir kısmının bu kadar minimalist olduklarını söyleyemem (fakat yayınlarının sayısı, eserlerindeki orjinalite ve bilimsellik itibariyle minimalisttirler) İşte bu gruptan sınıf atlama özlemiyle yananlar için terfi etmek, hele hele "profesör olmak" büyük bir amaçtır. Kadın elbiseleri giyen bir erkek gibi, bir yolunu bulup profesör cübbesini sırtlarına atarlar. Bunlara "travesti profesörler" diyorum.
Ne var ki, çok değerli öğretim üyelerinin sayısı hiç de az değildir. Gerçekten de, bu karanlık tabloyu aydınlatan ışıklar da vardır. Fakültemde olağanüstü saygı duyduğum ve örnek almaya çalıştığım bir kişinin, Dr. Faris Hariri olduğunu itiraf etmeliyim. Ona yaşını hiç sormadım. Ama 60 yaşlarında olduğunu tahmin ediyorum. Sudan asıllı olan Faris Bey için öğrenmek ve bildiklerini paylaşmak çok önemlidir. Sanıyorum, onun kadar bilgili olsaydım, yine Faris Bey kadar alçakgönüllü olmayı asla başlaramazdım (ondan öğrenmem gereken tek şeyin belki de bu olduğuna zaman zaman inanıyorum). Bir kapıdan gireceği sırada benim (ya da başka birinin) geldiğini görünce, o yaşına rağmen karşısındakine yol vererek utandırır. Ancak bunu yapmacık bir nezaket olmadığını okurun bilmesi gerekir. Çünkü yıllar önceki bir kurul toplantısında, ansızın şiddetli bir deprem başlayınca, çok yakınında olmasına rağmen Faris Bey'in kapının yanında beklediğini, panik içinde kaçan profesörlere büyük bir kibarlıkla yol verdiğini bilirim.
Ne yazık ki birçok öğretim üyesi, Dr. faris Hariri'nin tam tersiydi. Bilme arzusuun değil, ünvan, şöhret ve güç hırsının yönettiği gölgelerin arasından sıyrılıp, akşamüstü evime döndüm. Çalışma odam, masam ve kitaplarım beni bekliyordu. Bu dünyada daha yapılması gereken çok şey vardı.
NOT: Rozenthal'in Erken İslam'da Mizah adlı eser, Ahmet Arslan'ın çevirisiyle IRIS yayınlarındna çıktı. Eser, sağ intelligentia'yı şaşırtacağa benziyor. Okuyucuya tavsiye ederim.
Thursday
Müzik
İhsan Oktay Anar, Öküz Dergisi Şubat 1999
İbni Kayyım el-Cezviyye'nin Katabe'den naklettiğine göre, Şeytan ilahi huzurdan kovulup dünyaya inince, Tanrı'ya, "Ey Rabbim! Beni lanetleyip huzurundan kovdun. Peki benim 'kitabım' ne olacak?" diye sorar. Gelen cevap, "Şiirler ve Şarkılar" şeklindedir. El Cezviyye bu yüzden, müziği, Şeytan'ın kitabı olarak görür. Mesaj gayet açıktır: İnsanın mutlu olması için Tanrı, gereken her şeyi zaten yaratmıştır ve bu nedenle yeni şeyler yaratmaya gerek yoktur. Bu fikre kısmen katılıyorum: Eskiler, "Su sesi, kuş sesi, kadın sesi." derlerdi. En güzel seslerin doğada olduğundan kuşkum yok. Ama ne yapayım? Müziği seviyorum, hem de 38 yaşımda viyolonsel dersleri alacak kadar.
Fakat müzik ne kadar güzelse, müzik dersleri de o kadar azap içinde geçer. Çünkü müzik öğretmenimiz, ne yazık ki, her hassas insan gibi mükemmeliyetçidir. Oleg Kagan'ın kendi keman öğrencilerine davranış tarzı bu konuda bir fikir verebilir: Öğrenci, kendisine ödev olarak verilen parçayı iyi çalamayınca, bu virtüöz sandalyesinden kalkar, öğrencisine yaklaşır, elinden kemanı ve yayı alıp emniyetli bir yere koyduktan sonra zavallıya tekme tokat girişir. "Şeytan azapta gerek" demişler, "Şeytanın kitabını" hatmetmek isteyen kişinin aynı azabı belki bu yüzden çekmesi gerekir.
Benim ise ilk müzik hocam, Harbiye Marşı'nın bestecisi olan Hüsnü Öncü'ydü. Karşıyaka Çarşısında, pasaj içinde bir dükkanı vardı. O zamanlar 13 yaşındaydım ve gitar dersi alıyordum. Fakat hocam, karnesinde zayıf getiren öğrencilere ders vermeyi reddederdi. Bu yüzden her sömestr sonu ona karnelerimizi göstermek zorundaydık. Üzerinde önemle durduğu bir ikinci nokta da tempoydu. Bize ödev olarak verdiği parçayı ona çalarken bir yandan da ayağımızla tempo vurmamız gerekirdi. Tempodaki bir yanlışımızın kefaretini ise ayağımıza sert bir şekilde basarak bize ödetirdi. Bu hususa o kadar önem verirdi ki, gitar metodu yayımlayan bir müzisyenin, "Sakın ayağınızla tempo vurmayın. Tempoyu vuran kafadır" sözü üzerine çılgına dönmüş ve adamcağıza hakaretlerle dolu bir mektup bile döşemişti. Şimdi 90'lı yaşlarda olması gereken hocam Hüsnü Öncü'ye minnettarlığım sonsuzdur. Her şeye rağmen, müziği bana sevdirmişti.
Keman hocam Tuğrul Göğüş'ü de severim ve ona hayranlık duyarım. Hayatımda tanıdığım en idealist insandı. Onunla ilk tanıştığımda ders ücretini belirlemeyi bana bırakmıştı. Fakat ilk dersimizin sonunda, belirlediğim ücretin yarısını aldı. Ve bu parayı da, gönüllü olarak ders verdiği konservatuarın tadilatı için harcadığını öğrendim. Bir tek amacı vardı: Müziği öğretmek ve sevdirmek... Bir saat olması gereken derslerimiz iki, iki buçuk saate kadar uzardı. Ders bitiminde onu durağa kadar geçirir ve İzmir'in diğer ucundaki (24 km.) evine onu götürecek belediye otobüsü gelene kadar beklerdim. Tuğrul Bey şimdi Adana Devlet Senfoni Orkestrası'nda çalıyor. Buraya gönüllü olarak gittiğinden eminim.
Şimdiki aklım olsa, gençliğimde müzisyen olmaya karar verirdim. Ama vakit hala geç sayılmaz. Başarılı bir akademisyen ya da "ünlü" bir yazar olmaktansa, ortalamanın altında, basit bir sokak çalgıcısı olmayı tercih ederim.
İbni Kayyım el-Cezviyye'nin Katabe'den naklettiğine göre, Şeytan ilahi huzurdan kovulup dünyaya inince, Tanrı'ya, "Ey Rabbim! Beni lanetleyip huzurundan kovdun. Peki benim 'kitabım' ne olacak?" diye sorar. Gelen cevap, "Şiirler ve Şarkılar" şeklindedir. El Cezviyye bu yüzden, müziği, Şeytan'ın kitabı olarak görür. Mesaj gayet açıktır: İnsanın mutlu olması için Tanrı, gereken her şeyi zaten yaratmıştır ve bu nedenle yeni şeyler yaratmaya gerek yoktur. Bu fikre kısmen katılıyorum: Eskiler, "Su sesi, kuş sesi, kadın sesi." derlerdi. En güzel seslerin doğada olduğundan kuşkum yok. Ama ne yapayım? Müziği seviyorum, hem de 38 yaşımda viyolonsel dersleri alacak kadar.
Fakat müzik ne kadar güzelse, müzik dersleri de o kadar azap içinde geçer. Çünkü müzik öğretmenimiz, ne yazık ki, her hassas insan gibi mükemmeliyetçidir. Oleg Kagan'ın kendi keman öğrencilerine davranış tarzı bu konuda bir fikir verebilir: Öğrenci, kendisine ödev olarak verilen parçayı iyi çalamayınca, bu virtüöz sandalyesinden kalkar, öğrencisine yaklaşır, elinden kemanı ve yayı alıp emniyetli bir yere koyduktan sonra zavallıya tekme tokat girişir. "Şeytan azapta gerek" demişler, "Şeytanın kitabını" hatmetmek isteyen kişinin aynı azabı belki bu yüzden çekmesi gerekir.
Benim ise ilk müzik hocam, Harbiye Marşı'nın bestecisi olan Hüsnü Öncü'ydü. Karşıyaka Çarşısında, pasaj içinde bir dükkanı vardı. O zamanlar 13 yaşındaydım ve gitar dersi alıyordum. Fakat hocam, karnesinde zayıf getiren öğrencilere ders vermeyi reddederdi. Bu yüzden her sömestr sonu ona karnelerimizi göstermek zorundaydık. Üzerinde önemle durduğu bir ikinci nokta da tempoydu. Bize ödev olarak verdiği parçayı ona çalarken bir yandan da ayağımızla tempo vurmamız gerekirdi. Tempodaki bir yanlışımızın kefaretini ise ayağımıza sert bir şekilde basarak bize ödetirdi. Bu hususa o kadar önem verirdi ki, gitar metodu yayımlayan bir müzisyenin, "Sakın ayağınızla tempo vurmayın. Tempoyu vuran kafadır" sözü üzerine çılgına dönmüş ve adamcağıza hakaretlerle dolu bir mektup bile döşemişti. Şimdi 90'lı yaşlarda olması gereken hocam Hüsnü Öncü'ye minnettarlığım sonsuzdur. Her şeye rağmen, müziği bana sevdirmişti.
Keman hocam Tuğrul Göğüş'ü de severim ve ona hayranlık duyarım. Hayatımda tanıdığım en idealist insandı. Onunla ilk tanıştığımda ders ücretini belirlemeyi bana bırakmıştı. Fakat ilk dersimizin sonunda, belirlediğim ücretin yarısını aldı. Ve bu parayı da, gönüllü olarak ders verdiği konservatuarın tadilatı için harcadığını öğrendim. Bir tek amacı vardı: Müziği öğretmek ve sevdirmek... Bir saat olması gereken derslerimiz iki, iki buçuk saate kadar uzardı. Ders bitiminde onu durağa kadar geçirir ve İzmir'in diğer ucundaki (24 km.) evine onu götürecek belediye otobüsü gelene kadar beklerdim. Tuğrul Bey şimdi Adana Devlet Senfoni Orkestrası'nda çalıyor. Buraya gönüllü olarak gittiğinden eminim.
Şimdiki aklım olsa, gençliğimde müzisyen olmaya karar verirdim. Ama vakit hala geç sayılmaz. Başarılı bir akademisyen ya da "ünlü" bir yazar olmaktansa, ortalamanın altında, basit bir sokak çalgıcısı olmayı tercih ederim.
Hayatımda Bir Gün
Öküz Dergisi, Ocak 1999
Yıl 1995. Aylardan Mart. Karanlık basmış, görev vakti gelmişti. Hava yağmurluydu, gök gürlüyordu. Cizre Jandarma Komutanlığı'nın avlusunda bekleyen tankıma doğru yürüyordum. Mürettebat, M-60 tankınınn önünde hazır bekliyordu. "Yerlerinize!" diye bağırdım. O karanlıkta, şoför, doldurucu ve nişancı tanka tırmandı ve kapakları açıp içeri girdiler. Çeki kancasına basıp tanka çıktım ve komutan kulesindeki yerime yerleştim. Gece karanlığında Cizre'den çıkıp Cudi Dağı eteklerinde "pusu atacaktık". Şoföre, "Çalıştır" komutunu verdim. Göğüs cebimdeki walkmana, Motzart'ın Requiem'ini koymuştum. Walkmanin kulaklığını taktım ve üstüne "başlık takımını" geçirdim. Tank motorunuun aşırı gürültüsü nedeniyle, pilotların da taktığı, iki kulaklık ve bir mikrofondan ibaret olan başlık takımı olmaksızın mürettebatın tank içinde haberleşmesi mümkün değildi. Doldurucya, "Telsizi aç!" emrini verdim. Ardından walkmenimin butonuna bastım ve Requiem başladı. Hem bu eşsiz müziği hem de telsiz konuşmalarını aynı anda dinleyebiliyordum. Verdiğim talimatlarla şoföre manevra yaptırıp tankımını "nizamiyeden" çıkardım ve her zaman olduğu gibi, durduk. Çünkü silahları doldurmamız gerekiyordu.
Tankın komutan kulesindeki, benim kullanmam gereken 12.27 mm.'lik ağır makineli tüfeğin kurulması için, ucu halkalı zincirlere var gücümle asıldım ve emniyeti açtım. Doldurucu ise tank makineli tüfeğini, yani A4'ü kurdu. Ardından tank topunun kamasını indirip bir tahrip mermisini atım yatağına sürdü. Nişancı ise emrimle, kulenin dönmesini sağlayan güç düğmesini açtı. Kulenin içini aydınlatan mavi ışığın reostasını kıstım. Böylece tank, kapkaranlık gecede ilerleyen karanlık bir canavara döndü. Şoför, gece görüş periskopunu yerleştirdi. Ben de makineli tüfeğime bağlı gece görüş sistemini açtım. Gündüz uyuyor, geceleri ise pusuya gidiyorduk. Uzun zamandır güneşi göremiyorduk. Cizrenin arazisini şimdi bile, gece görüş sensorumdan gördüğüm gibi, yeşil olarak hatırlıyorum. ama o gece, Motzart ve Requiem vardı, her ne kadar parazitli telsiz konuşmalarıyla karışıyor da olsa...
"Fatih-1! İleri!" emrini verdim. Nişancı, topu hedefe kilitleyen stabilizasyonu açınca kule sarsıldı. Artık tehlikeli araziye çıkmıştık. Çamura saplanmamak ve bir RPG-11 roketi yememek için hızla ilerliyorduk. Ölmeye ve öldürmeye hazırdık. Eğer o anda dinlediğim Requiem olmasaydı insanlıktan çıkabilirdim. Zaten bunun için, sadece bir adım atmam bile yeterdi.
Telsizle, "Fatih-2, burası Fatih-1. Durum bildir!" dedim. Fatih-2, bir tepede bizi ve güzergahımızı kontrol eden ikinci tankımdı. Yolumuzun açık olduğu mesajı geldi. Ama ben yine de, kritik arazideki muhtemel pusu yerlerine, darbeler halinde makineli tüfeğimle ateş etmek zorundaydım. Kurduğum savunma ve saldırı sistemi başarıyla işliyordu. "Tank avcılarına da" hazırdık. Bunlar, girdiği bir çukurdan çıktığı anda, tanka atlayıp motor bölmesini molotof kokteylle yakmaya çalışarak ya da periskopları çamurla sıvayarak tankı tahrip etmeye çalışırlardı. Ama doldurucum, elinde MP-5 ile onları bekliyordu.
Pusu yerine geldik. Çevreyi taradıktan sonra makineli tüfeğimi gökyüzüne çevirdim. Bulutlar gitmiş, yıldızlar görünüyordu. Silahıma bağlı pasif gece görüş dürbünüyle yıldızları seyretmeye başladım. Gece görüş sensoru, en zayıf ışığı bile binlerce kez güçlendirdiği için, çıplak gözle görünenden belki binlerce kat daha fazla yıldız vardı. Requiem artık bitmişti. Evet, güzellik buraya aitti.
Yukarıda anlattıklarım gerçektir: 1994-95 yılları arasında Güneydoğu'da askerdim. Savaşı estetize etmek bana göre değil. Her şeyden önce, dökülen kanı okuyucuya satmak istemem. Fakat bu yazımda düşleri değil, gerçekleri paylaşmak istedim. Bununla birlikte gerçekleri paylaşmak zordur. Belki de düşler ortak, gerçekler muhteliftir.
Yıl 1995. Aylardan Mart. Karanlık basmış, görev vakti gelmişti. Hava yağmurluydu, gök gürlüyordu. Cizre Jandarma Komutanlığı'nın avlusunda bekleyen tankıma doğru yürüyordum. Mürettebat, M-60 tankınınn önünde hazır bekliyordu. "Yerlerinize!" diye bağırdım. O karanlıkta, şoför, doldurucu ve nişancı tanka tırmandı ve kapakları açıp içeri girdiler. Çeki kancasına basıp tanka çıktım ve komutan kulesindeki yerime yerleştim. Gece karanlığında Cizre'den çıkıp Cudi Dağı eteklerinde "pusu atacaktık". Şoföre, "Çalıştır" komutunu verdim. Göğüs cebimdeki walkmana, Motzart'ın Requiem'ini koymuştum. Walkmanin kulaklığını taktım ve üstüne "başlık takımını" geçirdim. Tank motorunuun aşırı gürültüsü nedeniyle, pilotların da taktığı, iki kulaklık ve bir mikrofondan ibaret olan başlık takımı olmaksızın mürettebatın tank içinde haberleşmesi mümkün değildi. Doldurucya, "Telsizi aç!" emrini verdim. Ardından walkmenimin butonuna bastım ve Requiem başladı. Hem bu eşsiz müziği hem de telsiz konuşmalarını aynı anda dinleyebiliyordum. Verdiğim talimatlarla şoföre manevra yaptırıp tankımını "nizamiyeden" çıkardım ve her zaman olduğu gibi, durduk. Çünkü silahları doldurmamız gerekiyordu.
Tankın komutan kulesindeki, benim kullanmam gereken 12.27 mm.'lik ağır makineli tüfeğin kurulması için, ucu halkalı zincirlere var gücümle asıldım ve emniyeti açtım. Doldurucu ise tank makineli tüfeğini, yani A4'ü kurdu. Ardından tank topunun kamasını indirip bir tahrip mermisini atım yatağına sürdü. Nişancı ise emrimle, kulenin dönmesini sağlayan güç düğmesini açtı. Kulenin içini aydınlatan mavi ışığın reostasını kıstım. Böylece tank, kapkaranlık gecede ilerleyen karanlık bir canavara döndü. Şoför, gece görüş periskopunu yerleştirdi. Ben de makineli tüfeğime bağlı gece görüş sistemini açtım. Gündüz uyuyor, geceleri ise pusuya gidiyorduk. Uzun zamandır güneşi göremiyorduk. Cizrenin arazisini şimdi bile, gece görüş sensorumdan gördüğüm gibi, yeşil olarak hatırlıyorum. ama o gece, Motzart ve Requiem vardı, her ne kadar parazitli telsiz konuşmalarıyla karışıyor da olsa...
"Fatih-1! İleri!" emrini verdim. Nişancı, topu hedefe kilitleyen stabilizasyonu açınca kule sarsıldı. Artık tehlikeli araziye çıkmıştık. Çamura saplanmamak ve bir RPG-11 roketi yememek için hızla ilerliyorduk. Ölmeye ve öldürmeye hazırdık. Eğer o anda dinlediğim Requiem olmasaydı insanlıktan çıkabilirdim. Zaten bunun için, sadece bir adım atmam bile yeterdi.
Telsizle, "Fatih-2, burası Fatih-1. Durum bildir!" dedim. Fatih-2, bir tepede bizi ve güzergahımızı kontrol eden ikinci tankımdı. Yolumuzun açık olduğu mesajı geldi. Ama ben yine de, kritik arazideki muhtemel pusu yerlerine, darbeler halinde makineli tüfeğimle ateş etmek zorundaydım. Kurduğum savunma ve saldırı sistemi başarıyla işliyordu. "Tank avcılarına da" hazırdık. Bunlar, girdiği bir çukurdan çıktığı anda, tanka atlayıp motor bölmesini molotof kokteylle yakmaya çalışarak ya da periskopları çamurla sıvayarak tankı tahrip etmeye çalışırlardı. Ama doldurucum, elinde MP-5 ile onları bekliyordu.
Pusu yerine geldik. Çevreyi taradıktan sonra makineli tüfeğimi gökyüzüne çevirdim. Bulutlar gitmiş, yıldızlar görünüyordu. Silahıma bağlı pasif gece görüş dürbünüyle yıldızları seyretmeye başladım. Gece görüş sensoru, en zayıf ışığı bile binlerce kez güçlendirdiği için, çıplak gözle görünenden belki binlerce kat daha fazla yıldız vardı. Requiem artık bitmişti. Evet, güzellik buraya aitti.
Yukarıda anlattıklarım gerçektir: 1994-95 yılları arasında Güneydoğu'da askerdim. Savaşı estetize etmek bana göre değil. Her şeyden önce, dökülen kanı okuyucuya satmak istemem. Fakat bu yazımda düşleri değil, gerçekleri paylaşmak istedim. Bununla birlikte gerçekleri paylaşmak zordur. Belki de düşler ortak, gerçekler muhteliftir.
Tuesday
Cinler
(1998 yılında Öküz dergisinde tefrika halinde yayınlandı)
Şimdiki neslin dedelerinin anlattığına göre vaktiyle Bağdat'ta, ihtiyar annesiyle eski evlerinde yaşayan bir âşık vardı. Kırkına merdiven dayamasına rağmen müzmin bir bekâr olan bu karasevdalı, bütün gününü, abayı yaktığı gözağrılarına şiirler ve kasideler yazmakla geçirir, döktüğü gözyaşları, boğazında düğümlenen hıçkırıkları, buğulu gözleri zavallı anasının içine işlerdi. İyice bezen kadıncağız sonunda oğlunu üfürükçülere götürmeye karar verdi. Çünkü bir cinin büyü yoluyla, fitnecinin biri tarafından oğluna tebelleş edildiğine inanıyordu. O yaşına rağmen sırtına kazma kürek alıp evin avlusuna çıktı ve bir armut ağacının dibini kazdı: Çeyiz olarak getirdiği 120 altını tam yarım asır önce, kara günler için buraya gömmüştü. Altınları alıp, gözü yaşlı, başı dumanlı oğluyla birlikte üfürükçülerin kapısını çalmaya başladı. Kurşunlar dökülüp muskalar yazıldı, mübarek dualar okunup mukaddes macunlar hazırlandı. Hatta, neşter vurup bedendeki mâlihülyayı akıtacağını ileri süren bir cerraha 7 altın, Hidistan kafuru ve eter koklatıp aşkla çarpan yürekleri teskin edeceğine bahse giren bir berbere 5 altın, kirpikleri ok, kaşları yay, can yakıcı bir ceylanı bakar bakmaz bir acuze gibi gösterecek üç odaklı gözlük camlaı yapan bir dürbüncüye ise 9 altın kaptırıldı. Ancak hiçbir üfürükçü, efsuncu, kocakarı ve gözbağcı, zavallının gönül derdine derman bulamadı. Adam yine eskisi gibi gördüğü her hatuna abayı yakıp yıldırım aşkıyla vurulmaya, gazeller ve beyitler yazıp karasevdadan gözyaşları dökmeye devam ediyordu. Çünkü onu çarpan mahluk, bilinen cinlerden değildi. Bununla birlikte, halkın sokaklarda barikatlar kurarak isyan ettiği, devasa çelik kulesiyle ünlü bir batı başkentinin tıp okulundan atıldıktan sonra Bağdat'a gelip yerleşen bir hekim bu cini teşhis etti. Üstünkörü tıp Latincesi bildiği için huafelere itikat etmeyen adam sözkonusu cinin, evliyaların ve üfürükçülerin sık sık görüp kovduğu türden değil, bir kupid, yani bir aşk cini olduğuna kalıbını basıyordu.
Müspet ilimlerle uğraştığı için hurafelere pabuç bırakmayan hekimin anlattığına göre aşk cinleri olan kupidler, tıpkı Felemenk ya da İtalyan ressamlarının tasvir ettiği gibi çıplak, bebek yüzlü, tombul yanaklı ve toplucaydı. Ancak kanatları kuşlarınkine değil, böceklerin, daha çok tatarcığınkine benzerdi. Ok ve yay taşırlar, pusuya yatıp bir zavallı delikanlının güzeller güzel genç bir kızla gözgöze gelmesini bekler ve tam nazar anında yayı gerip oku fırlatarak oğlanı kalbinden vurur, biçareyi âşık ve meftun ederlerdi. İşlerini böylece bitirdikten sonra vızıldayarak olay yerinden uzaklaşır, nişancılıklarıyla övünerek keyiflerinden de bir türkü tuttururlardı.
Hekim böyle diyordu ama, zavallı âşığın ihtiyar anası dindar bir kadındı ve ananevi, bildik cinlere inanırdı. Ayrıca Bağdat'taki bütün camilerin imamları aşk cinleri olan kupidlerden habersizdi. Fakat ihtiyar kadın, bu güvensizliğin bedelini ağır ödedi: Gönül derdinden muzdarip oğlu, günler ve geceler süren bir gözyaşı ve hıçkırık nöbetinden sonra aşktan ölüverdi. Kadıncağız oğlunun yasını tutarken hekim kapıyı çaldı ve artık ne diller döktüyse onu, merhumun naaşının teşrihi için razı etti. Bir neşterle göğsü yardıktan sonra aşık adamın kalbinden cımbızla, tam 179 aşk oku çıkardı. Ölüm nedeni hyperamoritis'e bağlı kalp yetmezliğiydi. Hekim bununla da yetinmedi. Kupidler ve onların yol açtığı aşk hastalığı, yani amoritis konusunda bir kitap bile yazdı. Ayrıca aşk cinlerinin oklarını etkisiz kılacak bir yakı geliştirdi. Bunu yüksek fiyatlardan satıp hem para hem de şöhret kazandı. Öyle ki, şairlerin hayat hikayelerini yazan ünlü bir edebiyat alimi, Bağdat'ta şiir sanatının o tarihlerde gerilemeye başlamasını bu yakılara bağlamıştı.
Gel gör ki, cinler alemi hakkında en engin bilgisi olan kişi Kahireli Talah'tı. Kavalalı soyundan gelen ve yakın zamanda İngiliz ilinde fen tahsil eden Talah, değil kupidlere, sağda solda, eşikte köşede gördüğümüz, viranelerde kahkasını kıkırtısını işittiğimiz, bildik, sıradan cinlere bile inanmazdı. Onun bu mahluklara inanmaya başlaması, yani cinler konusunda hidayete ermesi hakkında şunlar rivayet edilir: Talah, gösterişli ve kırmızı mühürlü bir fen diploması alıp buharlı gemiyle İskenderiye'ye, oradan da Kahire'ye ailesinin yanına gelerek babasının elini öptükten bir ay sonra, gecelerden bir gece, kocakarının birinin anlattığı cin peri masallarına adamakıllı içerlemişti. Çünkü müspet ilimlere göre ifrit mifrit yoktu ve bunların silmesi yalan dolan şeylerdi. Ne var ki ev halkı yatmaya çekildiğinde, Talah masalları düşünmeye başladı. Keyfi huzuru kaçtığı için uzun süre uyuyamadı. Sonunda sızıp kaldı ama, vakit geceyarısını çoktan geçtiğinde, sıkıştığı için uyanıverdi. Aksi gibi hela evin dışında, ta bahçedeydi. Talah eline bir mum alıp merdivenleri inerek bahçeye çıktı. O karanlıkta helaya doğru yürüdü. Gıcırdayan kapıyı açıp içeri girdi ve gecelik entarsini toparlayıp elinde mum olduğu halde çömeldi. Tam o anda, gözü taharet maşrapasına takıldı. Maşrapa kımıldar gibiydi. Mumu yaklaştırıp inceleyeyim derken, maşrapanın içinden ansızın bir cin, kafasını çıkardı. Kocakarının masalında anlattığı gibi sivri kulaklıydı; üstelik sırıtıyordu. Talah'ın gözleri, korkudan yuvalarından uğradı ve ıkınmasına bile gerek kalmadan, Hint yağı içmiş gibi, kuburu neredeyse ağzına kadar doldurdu. Bu yetmiyormuş gibi, cin, maşrapadan muma uzanıp alevi üfleyince, zavallı karanlıkta kaldı. Bütün bunlar kaşla göz arasında olup bitmişti. Sabah gelenler onu helada çömelmiş vaziyette, beti benzi atmış, dişleri takırdarken buldular. Yatağına götürüp bir bardak su içirdiler. Tam üç gün boyunca yatağında yatarken durmaksızın, çeneleri titreyip birbirine vuruyordu. Öyle ki, sonunda işleri teker teker çatlayıp tuz buz oldu ve o genç yaşında takma diş kullanmaya başlayacaktı. Nihayet kendini toplar gibi olduğunda kalkıp, o gece cin peri masalları anlatan kocakarının elini öperek af diledi. Ayrıca, İngiliz ilindeyken düşüp kalktığı, amele sınıfını isyana kışkırtan iştiraki arkadaşlarından kaptığı Allahsızlık illetinden de kurtuldu. İşte Talah, hidayete böyle erdi. Hal böyle olunca, tövbe istiğfar ederek fen diplomasını da yırtıp attı.
Hidayete ermesinden sonra Talah bütün hayatını cinler aleminin esrarını keşfetmeye adadı. Hatta bu mahlukları inançsızlara teşhir edebilmek için iki odaklı bir fotoğraf makinesi bile geliştirdi. Ama bu girişiminin sonu hüsran oldu: Ateşten yaratılmalarına rağmen cinler, fotoğraf filmi üzerinde iz bırakmıyorlardı. Belki de onları görebilmek için teknoloji değil, biraz inanç, az buçuk hayalgücü, bir nebze de iç sıkıntısı gerekiyordu. Meseleyi zihnine giderek fazlasıyla taktığından, zamanla bu üç şartla da iyiden iyiye uydu. Öyle ki, çarşıda pazarda bu yaratıkları eskisine nazaran daha sık görmeye başladı. Cinlerden kimi, sokak sokak dolaşarak bağıra çağıra malını öven bir seyyar satıcıyı takip eden adam ne söylerse arsızca tekrarlıyor, kimi de inançsızlar için görünmez olma özelliğini eğlenip dalga geçmek için kötüye kullanarak bir kıraathanede tavla oynayanların attığı zarları gönlüne ve aklına estiğince değiştirip kıkırdıyor, kimi ise para sayan bir zavallı veznedarın kulağına ilgisiz rakamlar fısıldayıp, adam şaşırınca eğleniyordu. İnancı kuvvetlenince, Talah daha da çok cin görmeye başladı. Hatta bir perşembe günü, Kahire sokaklarında izdihamın azaldığı akşam vaktinde kıraathanein birinde bu mahluklardan yirmisini birden gördü. Boyları iki karışı geçmeyen bu cinlerden bazısı cübbe giymiş, kimi fes takıp kimi de sarık bağlamıştı. Takunyeyle dolaşan bazıları dışında diğerleri yalınayaktı. Birkaçı çubuk tüttürüp keyif yaparken çoğu, artık nasıl bir hileyle başardılarsa, nargile şişesi içinde kapana kıstırdıkları hemcinslerinden biriyle dalga geçiyorlar, marpucu üfleyip şişedeki suyu fokurdatarak zavallıyı rahatsız edip kızdırıyorlardı. Kısacası, birçoklarınca bir sinir buhranı geçirdiğine inanılan Talah'ın gördükleri ya da söyledikleri doğruysa, cinler aleminde usul erkan, edep terbiye, nezaket ve haysiyet yoktu. Yine de bu mahluklar ne kadar pişkin, küfürbaz ve geveze olursa olsunlar, aralarında birkaç istisna da yok değildi. Nitekim Talah, Kahire'de bir cuma namazı sırasında, tam da imamın hemen arkasındaki safta namazlarını kılan iki cin görmüştü. Üstelik, sivri kulaklarına rağmen başlarında birer namaz takkesi bile vardı. Öte yandan Talah, yine bir mübarek cuma günü dilencilerden birine sadaka veren bir cine tesadüf etmişti. Verilen sadaka ise, eğer anlatılanlar doğruysa, Saba Melikesi Belkıs'ın Hazreti Süleyman'a çeyiz olarak getirdiği yüzbinlerce altından sadece biriydi. Sonunda Talah, üşenmeyip oturdu, onca bilgisi ve görgüsüyle cinler alemi hakkında belki de en esaslı kitabı yazdı. Bu muazzam eseri Kahire'de bir matbaada bastırıp, üstelik bir de İngiliz lisanına çevirdi. Fakat bu ülkede kitabına itibar eden bir yayımcı bulamayınca servetinin kalan kısmını bir matbaacıya vermek gafletinde bulundu. Matbaacının 81 yaşındaki eline ağır ve gözleri aşırı derecede bozuk mürettibi bu büyük eserin son harfini dizemeden, Talah sefalet içinde vefat etti. Talah'tan çok, ama çok zaman sonra, günümüze yakın bir tarihte Anadolu'nun orta yerindeki bir köyde dört cin yaşıyordu. Bu cinlerin adları, sırasıyla, Recep, Şaban, Ramazan ve Bayram'dı. İşte, günlerden bir gün bir kupid, pek seviyesiz ve kaba bulduğu bu dört cinin başına bir çorap ördü: Pusuya yatıp okuyla nişan alarak onları teker teker kalplerinden vurdu ve her birini köyün en dindar adamının dört güzel karısına aşık etti. O günden sonra köylüler, oyunbaz cinlerin kıkırtılarını ve şakalaşmalarını işitemez oldular. Çobanlar, sevgililerin birbirlerine vermek için kopardıkları dağ lalelerinin yerden bir bir eksildiğini, geceleri dolunay altında hıçkırıklar ve çaresiz iniltiler işitildiğini fark ettiler. Aşık cinler gerçekten de çaresizdi. Çünkü abayı yaktıkları kadınların kocası, yani rakipleri, ezberinde cinler alemini inletip titretecek kadar dua bulunan, namazında niyazında, nefesi kuvvetli bir üfürükçüydü.
Eve girmeyi cinlerin gözü yemiyordu ama, ateşten yaratılmalarına rağmen bu kez aşktan tutuşmalarına ramak kala, adam yokken bir gece eve girmeye yeltendiler. Bu yegane fırsattı belki ama, aksi gibi evin lambalı radyosunda mübarek Regaip Kandili yayını vardı. Duaları işitir işitmez, bu yüzden gerisin geri döndüler. Gönüllerini kaptıralı beri dördünün de ağzını bıçak açmıyor, ciğerleri yanıyor, sık sık göğüs geçirip bazen için için, bazen de hüngür hüngür ağlıyorlardı.
Bununla birlikte gecelerden bir gece, fazlasıyla serseri ruhlu oldukları için iyice zıvanadan çıkmış, söyledikleri açık saçık türkülere bakılırsa kantarın topuzunu adamakıllı kaçırmış iki cinle karşılaştıklarında yüreklerinde az buçuk umut yeşerdi. O anda kurnazlık düşünüp bir fırıldak çevirmeye karar verdiler. Sayıca üstün oldukları için gerek tehdit ederek, yeri geldiğinde ise yalvararak, iki serseri cini köy muhtarının evinde olay çıkarmaya yani çanağı çömleği kırıp evin damında tepinerek takırtı etmeye razı ettiler. Zaten serseri cinler de aslında bu işe gönüllüydü, fakat bir kez onlardan bir şey istendiği için kendilerini ağırdan satıyorlar, tafra yapıyrolardı. Aslında hakları yok değildi, çünkü dalavere oldukça tehlikeliydi. Muhtarın evinde tam gece yarısı patırtı çıkınca üfürükçü derhal oraya çağrılacak, böylece dört karısı da gecenin o vakti yalnız kalacaktı.
Nihayet gece yarısı muhtarın evinden gürültüler yükselmeye başladıktan az sonra, koşa koşa gelen bir kadın üfürükçünün kapısını çalarak evlerini cinlerin bastığını haber verdi. Başında namaz takkesi, üstünde gecelik entarisi, ayağında takunye ve elinde Kuran olduğu halde adam fare görmüş kedi gibi fırlayıp muhtarın evine koşmaya başladığında karıları evde yalnız kaldı. Fırsatı ganimet bilen dör cin de kapıdan, bacadan, pencerelerden eve daldılar. Abayı yaktıkları kadınlar büyük bir yer yatağında yüzüstü yatmış uyuyorlardı. Günlerdir meftun oldukları gözağrılarını bu durumda sereserpe gören cinler düğün bayram edip, uyuyan kadınların bacaklarının arasına girerek sırtlarını kalçalarına dayadılar. Gözleri gönülleri açılmış, ağızları kulaklarına varmıştı. Fakat diğerlerinin etekleri zil çalmasına rağmen onca zevk ve safa arasında içlerinden biri, üfürükçü her an gelebilir diye endişeliydi. Ancak bu, diğer üçü için, alay, sataşma ve el şakası vesilesi oldu. Sonunda, bu temkinli ve basiretli cinin hiç de haksız olmadığı ortaya çıktı.
Bu işaret anında, ardına kadar açılmış kapıda üfürükçü belirince, uyuyan kadınların bacakları arasında keyif yapan cinlerde şafak attı. Büyük bir öfkenin eseri olarak, adamın gözleri çakmak çakmaktı. Fakat onları bir gazabın parıldadığı gözleriyle değil, elbette imanıyla görüyordu. Üfürükçü eüzübesmele çekerken, temkinli cin kulaklarını tıkayıp bacadan kaçıverdi. Adam büyük bir süratle üç kulhuvallahu bir elham okur okumaz, donakalan üçünün başı dönmeye, sivri kulakları uğuldamaya, gönülleri bulanmaya başladı. Öfkeli koca, terliği kaptığı gibi cinlerden birine fırlatıp zavallıyı sersemletti. Diğer ise terliği kafasına yer yemez yığıldı kaldı. Adamın arkadaşlarıyla uğraşmasını fırsat bilen üçüncüsü ise sendeleye sendeleye bir fare deliğine kapağı attı. Bulunduğu az çok emniyetli yerden, baygın arkadaşlarının tıpkı birer kedi yavrusuymuş gibi, üfürükçü tarafından enselerinden kavranarak iki boş şişeye konulduğunu, bu tonik ve bira şişelerinin ağızlarının, üzerlerine dualar yazılı bir kağıt parçasıyla sıkıştırılıp kapandığını seyretti. Tabiatüstü kuvvetlerle mücadele etmenin yol açtığı onca manevi yorgunluktan sonra adam iman tazeleyip iki rekat namaz kılmak isteyince, fare deliğine saklanan cin, rekatların arasında, adamın arkasından bir koşu sıvıştı ve kapıdaki çatlaktan dışarı fırlayıp paçayı kurtardı.
Bu olaydan tam iki gün sonra, koku köye iyice yayıldığında üfürükçünün oğlu, babasından habersiz, içlerinde birer cin bulunan bira ve tonik şişelerini köy bakkalına götürdü ve depozitosuyla bir paket nane şekeri ile iki meyvalı sakız aldı. Böylece cinler büyük kentlerin yolunu tuttu. İki ayrı fabrikada şişeler yıkanırken, ateşten yaratıldıkları için zavallı cinler, deterjanlı suyun etkisiyle yine sersemlediler. Sonunda birine tonik, diğerine ise tekrar bira dolduruldu. İçinde bir cin olduğu için rengi bir tuhaf olan tonik şişesi, müşterilerin ilisini çekmediğinden aylarca ve yıllarca dolapta bekledikten sonra miadı doldu. Birayı ise, şişesinde bir cin hapis olduğu halde, efkar dağıtmak isteyen bir kabadayı fondip yaptı. Öyle ki, adamın ağzının, burnunun, kaşının, gözünün yerinden oynadığını gören külhani arkadaşları, alt tarafı bir şişe birayla çarpıldığını görünce, mangalda kül bırakmadığı halde kabadayının içkiye dayanıksız olduğuna hükmedip selamı sabahı kestiler.
Üfürükçünün enselediği cinlerin adları Recep ve Bayram'dı. Recep, tonik şişesi içinde yıllarca sıkıntıdan patlayacak, ama Bayram, çarptığı kabadayı çizgili lacivert takım elbisesi ve afili yeleğini bir deli gömleğiyle değiştirip heyulâ gibi iki güllâbici nezaretinde tımarhaneye kapatılınca, yıllardır aradığı oyun cennetini bulacaktı. Bir fare deliğine saklanan, üfürükçünün Rabbine secde etmesini fırsat bilerek yakayı sıyıran cin, yani Şaban ise, gecenin o vakti, arkadaşlarıyla her zaman buluştukları viraneye kendini dar attı. Kadınların kocası daha onları bastığı anda tabanları yağlayan temkinli cin oradaydı. Dört kadından biri olan Zilkade'ye Ramazan adlı bu cin aşıktı. Tam bir asır önce yolu bu köye düşen bir kadından konuşma ustasının iki karış boyundaki kuklasından aşırdığı redingotunun yakasını kaldırmış, hüngür hüngür ağlıyordu. Aşk ateşiyle için için yanan arkadaşını gören Şaban'ın hıçkırığı boğazında düğümlendi. Korkusunu unutup sevgilisi Zilhicce'yi hatırladı. Gözlerinde birkaç damla yaş belirdi. O gece viranede iki cin, dolunay altında sabaha kadar gözyaşı döktüler. Biri, "Ah, Zilkade!" diye feryat ederken, diğeri de, "Ah Zilhicce!" diye sızlanıyordu. Aksi gibi yağmur da başlamış, ortalığa bir kasvet çökmüştü. Ateşten yaratılmalarına rağmen üşüyor, belki de gönül derdiyle ürperitiyorlardı. Belli ki, Zilkade ve Zilhicce'ye asla kavuşamayacaklardı.
Ramazan, redingotnun yakasına asılıp sivri kulaklarını örtmeye çalıştı ve umutsuz, hüzünlü bir sesle, "Bu iş acaba tatlıya bağlanır mı? Zilkade beni beğenir mi sence?" diye sordu.
Diğerinin ise, arkadaşından çok kendine cesaret vermeye çalıştığı belliydi. "Neden olmasın? Bak! Filinta gibi bir cinsin. Redingotun da çok yakışıyor doğrusu. Bana bir baksana! Bir cepkenim, bir de başımda küllahım var sadece." dedi.
Ramazan bu sözlere pek inanmış gibi değildi. Buğulu gözlerle, "Ama sırtımda hafif bir kambur var." dedi, "Zilkade kambur bir cinle evlenir mi hiç?"
Şaban kızgınlıkla, "Aptal! O kambur gazdan oluyor" diye bağırdı, "Yediğine içtiğine dikkat et, bak o zaman kambur mambur kalıyor mu!"
Ötekinin gözlerinde bir umut ışığı belirdi: "Öyleyse beni kucağına al ve sırtıma pat pat vurup gazımı çıkart. İşimi şansa bırakmak istemiyorum. Zilkade beni böyle beğenmez! Ne olur! Hatırım için yap bunu!" diye bağırdı.
Ne var ki öteki cin bu işe pek yanaşmıyordu. Çünkü pek tabii, arkadaşının yellenmesiyle çıkacak koku işine gelmezdi. Bu yüzden lafı çevirip onu geğirmeye razı etmeye çalıştı. Ama söz ağzından bir kez çıkmış, ok yaydan artık fırlamıştı. ramazan bir türlü ikna olmayıp ısrarlarına devam edince, çaresiz, arkadaşını kucağına alıp arzusunu yerine getirdi. Fakat bu, her şeyin sonu oldu. Viranenin çatısına tüneyen baykuşlar çıkan şiddetli gürültüden ürkerek uçup gittiklerinde, ortalığı dayanılmaz bir koku kapladı. Bunu ilk hisseden köpekler oldu ve havlamalarıyla bütün köyü ayağa kaldırdılar. Ertesi sabah koku bütün köye, hatta vadinin tamamına yayıldı.
İkinci gün ise, burunları çok hassas olduğu için, en sadık köpekler bile kokuya dayanamayıp sahiplerini terk ederek köyden kaçtılar. Sanki, köyün ortasına bir sığır sürüsü topluca katldilmiş ve leşler güneş altında haftalarca bekletilmiş gibiydi. Zilkade ve Zilhicce dahil üfürükçünün dört karısı kocalarıyla birlikte, diğer aileler gibi onuncu gün köyü terk ettiler. Sonunda bütün vadi bomboş kaldı. Bütün bu felaketlere rağmen üstelik, Ramazan'ın kamburu kaybolmamıştı. Sevgililerin artık çok uzaklarda olduğu yetmiyormuş gibi, önlerinde boş bir köy ve burunlarında dayanılmaz bir koku vardı. Bu umutsuzluk çölünde artık aşk olamazdı. İki cin vadiyi ve manzarayı gören bir tepenin zirvesinde ıstıraplı ve apaçık bir gerçeği kabul etmiş olmalarının hüznü, gözlerinde yaş, dudaklarında acı bir gülümsemeyle, asırlardr yaşadıkları bu yeri, hiç konuşmadan uzun uzun seyrettiler. Güneş battıkltan sonra, sessizliği Ramazan bozdu.
Acıklı bir sesle, "Ey sevgili, biricik kardeşim!" dedi, "Pembe hayallerimiz bir yellenmede böylece uçup gitti. Asırlık biraderlerimiz Recep ile Bayram üfürükçünün gadrine maruz kaldı. Hele hele, gözağrılarımız Zilkade ile Zilhicce şimdi kim bilir nerede! Bahtımız kara, alın yazımız böyleymiş, ne yapalım! İyisi mi, gel, bağrımıza taş basalım. Ağlamak sızlamakla bir yere varamayız. Zaten bu işin olacağı da yoktu: Zilkade bana, Zilhicce de sana varsaydı, o zalim üfürükçü asla peşimizi bırakmaz, bizi bir viranede kıstırırdı. Hem cinin talihi kör, kısmeti kapalıdır. Bir düşün! Gözdelerimizle aynı yastığa baş koysaydık. Allah sevenleri korur ya, yine de hayat onlar için zor olurdu. Şimdi hiç olmazsa aç açıkta değiller. Bu da bizim için teselli olsun. Bu yüzden gel de, aşklarımızı içimize gömelim ve yözyaşlarımızı artık içimize akıtalım. Hayat devam ediyor ve ondan zevk almak zorundayız. Madem ki talih gönül kapısını suratımıza kapadı, en iyisi biz de diyar diyar dolaşır, günümüzü gün ederiz. Onu bunu matrağa alır, makaraya sararız. İçimizdeki gönül sızısı geçecek gibi olmasa da, önümüze geleni tefe koyup çalar kıs kıs gülüp bu dünyadan kâm alırız."
Ramazan diğerine nazaran daha bir aklıselim sahibiydi. Söyledikleri Şaban'ı etkilemişti. Hayata, tabiri caizse sıfırdan başlayacaklar, yeni bir sayfa açacaklardı. Böylece iki cin yollara düştü. Günlerce gecelerce durup dinlenmeden yürüdüler. Sonunda bir kasabaya vardılar. Kasabanın istasyon kahvesinde, o sıcakta havuzun başında nargilesini fokurdatan, keyif düşkünü olduğu belli, yaşı yirmi beşten yukarı bir adamı gözlerine kestirdiler. Maytaba alıp dalga geçebilecekleri, tam aradıkları gibi biriydi bu. Saf bakışlı, kara yağız ve ince uzun biri olan bu adam, elbette Hacı Naz'dı.
Genellikle saf saf, bazan da kötü köü bakan biri olan Hacı Naz, oldukça bön, inatçı, biraz da kalın kafalıydı. Zihni fazla iyi işlemeyen birine göre hayatı boyunca çok çalışıp zahmet çektiğinden, rahatlığın ve tembelliğin değerini gayet iyi bilir, bu nimetlere erişmek için kaytarmaktan, eğer yakalanırsa yalan söylemeyekten çekinmezdi. Belki de, bu tabiatı epeyce erken geliştiği için vaktiyle ana babasından, dayılarından ve amcalarından yediği hesaba gelmez kötek zavallının duruşunu bile biçimlendirmişti: Bu zayıf, kara yağız adam, boşta gezinip adı muhitinde serseriye çıkmasın, bu arada cebi az buçuk para da görsün diye kendisinin nalburiye dükkanına getir götür işleri almak gibi büyük bir hayır işleyen dayısının gözü önünde çalışırken, ensesine her an bir tokat inecekmiş gibi kamburunu çıkarır, omuzlarını kulaklarına kadar kaldırıp başını gizlerdi. Yalancılık ve fesat onun tabiatında yoktu; bunlar sonradan öğrendiği şeylerdi. Bıraksalar, orta okuldan belgeli Hacı Naz, mutlu biri olabilir, üstelik bunu hayatta bir anlam aramadan yapardı. Fakat onu durmaksızın koşturup zahmete koşmak, hayatını ve tüm varoluşunu adadığı keyif-rahatlık-tembellik teslisinden koparmak isteyen onlarca ve yüzlerce kişiyle başı her zaman derde girmişti. Kaytarırken yakalandığı vakit durumu kurtarmak için yalan söylediğinde, fazlasıyla saf olduğu için büyük bir vicdan azabı duymuyor, böylece o mukaddes ruh huzuru asla bozulmuyordu. Ona azap veren asıl şey, bedeninin bu huzuru ruhu kadar yaşama fırsatını pek bulamamasıydı. Diğer bir sıkıntısı ise, hem saf hem de fesatçı olmasının, bazı ağır sataşmalara davetiye çıkarmasıydı. Bu alayların biraz olsun önüne geçebilmek için katlın, çatallı bir sele ve külhani bir üslupla konuşmayı âdet edinmişti. Bu özelliğini pek beğenir, sesi ve konuşma üslubuyla kendisini böyle ağırdan sattığı halde, nasıl olup da itibarının bu kadar az olduğunu beyni bir türlü kavramazdı. Üzüldüğü birkaç şeyden biriydi bu Tanrı'nın ona bahşettiği cennet huzurunu, kendisini ikide bir zahmete koşarak bozan bütün insanlardan, yokluğuyla öç almayı sık sık hayal ederdi. Senaryosu basit, ama etkiliydi: Günün birinde akrabaları, patronları ve arkadaşları onun vefat ettiğini işitecekler ve doğruca evine koştuklarında, çarşafla örtülmüş, üstüne bıçak ve sabun konuş, sedirde yatan naaşını göreceklerdi. Cenaze namazını kıldıktan sonra pişmanlık gözyaşları akıtacaklar ve zavallının helvasını yerken lokma boğazlarından geçmeyecekti. Bu ağır pişmanlık, evlatlara ve torunlara onun adının verilmesine yol açacak ve Hacı Naz adı yüzyıllarca, bir haksızlık ve pişmanlık rüzgarı gibi, nesilden nesile geçecekti. Bütün bu hayalleri o ender tembellik kaçamaklarında kurar, ancak yakalanır yakalanmaz ensesine inen okkalı bir şaplakla cenneti sönüverirdi.
Kendisine ikide bir iş buyuran, bağıra çağıra onu hımbıllık ve miskinlikle suçlayan dayısının nalburiye dükkanında sabahtan akşama kadar çalıştığı yetmiyormuş gibi, Hacı Naz'ın üstelik bir de gönül sızısı vardı. Evet! Müezzinin küçük kızına ilgi duyuyordu. Sabah uyanır uyanmaz, usturası, sabunu ve tasıyla aynanın karşısına geçer, özenle traş olurdu. Saçlarını limon suyuyla tarayıp, annesinin geceden ütülediği pantolonu ve gömleği giyer, kulağına bir karanfil iliştirip aynada kendisine son bir kez daha baktıktan sonra sokağa çıkardı. Güzergahı elbette, müezzinin evinin önünden geçiyordu. Gönlünü kaptırdığı kız o saatte ev işlerine başladığından ara sıra balkonda ya da bahçede olur, gözgöze geldiler mi, Hacı Naz gayri ihtiyari, eliyle saçını şöyle bir sıvazlardı.
İki patavatsız cinin kendisine musallat olduğunu bilmeyen Hacı Naz, sabahlardan bir sabah esneyerek yataktan kalktığında, her zaman olduğu gibi traş takımıyla yine aynaya gitti. Gel bör ki bunca zamandır onun ruhunu okuyan cinlerden Şaban, aynanın içine giriverdi. Adam yüzünü sabunlayıp usturayı yanağında tam gezdiriyordu ki, aynadaki aksinde bir gariplik sezdi: Kulakları sivri ve uzundu. Teni ise çok koyu idi ve yeşile çalıyordu. Üstelik gözbebekleri kırmızımtraktı. Kısacası bu haliyle, değil müezzinin küçük kızına göz süzmek, insan içine çıkmak bile doğru değil gibiydi. Tam bu anda aksi, ona göz kırpar gibi oldu. Bunun üzerine Hacı, gidip yüzünü soğuk suyla iyice yıkayarak uyku sersemliğini atmış durumda tekrar aynanın önüne geldi. Hayır! Yanılmıyordu! Kulakları gerçekten sivri ve uzundu. Gördüklerinden emin olmak için ağzını iyice açtı. Aynadaki aksi de ağzını açmıştı. Ne var ki kendisinin dişleri sigaradan sapsarı olduğu halde, aksinin dişleri bembeyaz, bununla birlikte her yeri sipsivriydi. Müezzinin kızı onu bu haliyle imkan yok beğenmezdi. Hacı Naz yutkundu; ağlamaklı bir yüzle doğruca, kuzinede gözleme yapan annesine koştu ve içli bir sesle,
-"Ana! Ben çirkin miyim?" diye sordu.
Oğlu fazlasıyla saf olduğu için onu oğlancıların kandıracağından oldum olası korkan kadın, öfkeyle,
-"Güzellik senin neyineymiş! Güzellik kadın kısmına yakışır. Erkek dediğin çirkin olur, çirkin!" diye bağırıp zavallıyı azarladı. Daha kızgınlığı sönmeyen kadın, oğlanın yine ayna seğirttiğini, kah ağzını açıp kapayıp, kah sağına soluna dönüp omuzunun üstünden kendini seyrettiğini görünce, huylanıp için bir kurt düştü. Bir erkeğin ayna karşısında bu kadar vakit geçirmesi, elbette şüpheyi davet ederdi.
Aynaya giren Şaban orada zavallı adamın taklidini yaparken Ramazan da, onun sağ arka cebinde tarakla birlikte taşıdığı, arkasında bir horos resmi olan cep aynasına girdi. Hacı Naz, ütülü gömleğini ve pantolonunu giymesine rağmen o sabah müezziin evinin önünden geçmedi. Dayısının dükkanına ıssız arka sokaklardan gidiyordu. Yarı yolda ep aynasını çıkarıp yüzünü yine inceledi. Tekrar aynı manzarayı, yani, koca delikli sivri burnu, üzerinde siğillerin ve sivilcelerin kaynadığı nefti teni gördü. Ağzını açıp dilini çıkardığında, cep aynasındaki cin de bu hareketi tekrarladı. Dili sivri, küçük dili ise kocamandı. O gün, ağzını bıçak açmadı. Akşam eve gelir gelmez kafayı vurdu yattı.
Sabah aynada yine aynı manzarayı görünce tüyleri ürperdi. Bu yüzden durumu en yakın arkadaşına açmaya karar verdi. Arkadaşı ona şu tavsiyede bulundu:
"Anlaşılan o ki, sen arsız bir cin ya da cinlerle karşı karşıyasın. Keratalar sana oyun oynuyor, seninle dalga geçiyor olmalılar. Bu durumda onları faka bastırmanın sadece bir yolu var. Aynanın karşısına geç ve suratını iyice asarak aksine bak. Hepimizin bildiği gibi, cinlerin topu gayrı ciddidir. Eğer aksin kendini tutamazsa, bil ki o cindir"
Bu öğüdü tutmaya karar veren Hacı Naz eve gidince aynanın karşısına geçip kaşlarını çattı ve suratını asarak sivri kulaklı aksine bakmaya başladı. Aradan birkaç dakika geçtikten sonra aksinin dudakları kımıldar gibi oldu. Belli ki yanağını ısırıyordu. Kendisi ise istifini bozmuyor, suratını bir nebze bile kımıldatmıyordu. Çünkü ciddiyet, itibar uğruna ağır başlı görünmeye hayatını vakfeden Hacı Naz için zor bir şey değildi. Sonunda aksi, ona öylece bakarkan suratını bir iki titrettikten sonra pıhlayıp kıkırdayıverdı. Foyası meydana çıktığı için aynadan dışarı fırlayıveren cin, gözleri kısılmış, eliyle ağznı kapayıp kıkırdaya kıkırdaya kaçıp gitti. Hacı Naz'ın esmer ve şaşkın sureti aynadaki eski yerine böylece yine yerleşti. Cinlerle arkadaşlığı artık başlamıştı.
Herhalde bir sarsıntı sonucu onun sinir buhranı geçirdiğine inanan arkadaşları kendisini alayla süzerlerken Haccı Naz, gördüğü cinlerin, dedesinden ninesinden duyup işittiği gibi olmadığını ileri sürüyordu. İkisi de kedi büyüklüğünde, kuyruklu ve sivri kulaklıydı. Şişmanca olanın adı Şaban, zayıf ve kamrubumsu olanınki ise Ramazan'dı. Arkadaşları arasındaki itibarına fazlasıyla önem veren Hacı Naz, çatallı ve kalın sesiyle, bu mahlukları pek yılışık ve laubali bulduğu için araya mesafe koyduğunu, onara faza yüz vermeyip kendini ağırdan sattığını, yoksa cinlerin, maazallah, işi el şakasına bile vardıracak kadar pişkin olduklarını anlatıyordu.
Dediğine göre mahluklar onu, efendi, ağırbaşlı ve oturaklı olduğu için çekemiyorlardı. Çünkü kendileri, sulu, arsız ve yüzsüzdü. Aradan günler geçip onlarla ahbaplığı, hasbıhali ilerlettiği zamanlarda bile Hacı Naz, tam da cinlerin bu pişkin tıynetini yansıtan şu ayna numarasıyla kendisini nasıl matrağa alıp rencide ettiklerini unutamayacak, onlara vakur ve mesafeli davranıp, hatta gizliden gizliye diş gıcırdatacaktı. Fakat anlattığına göre, galiba bu tavrı da pek para etmiyordu. İkisini ta uzaktan gördüğü halde cinler kendisine yaklaşırken o, görmezlikten gelip fazla yüz ermiyordu. Ama mahluklar efendice bir tavırla önce ona itibar edip ciddi, münasip bir konu açıyorlardı. Bu, elbette aslında onun önüne koydukları bir yemdi. Kurbanları nemrutluktan vazgeçip ciddi bir sohbete girdiğinde ise kıkırdamamak için dudaklarını ısırıyorlar, zavallı ara sıra başını çevirdiğinde birbirlerini dürtükleyip kıs kıs gülüyorlardı.
Şimdiki neslin dedelerinin anlattığına göre vaktiyle Bağdat'ta, ihtiyar annesiyle eski evlerinde yaşayan bir âşık vardı. Kırkına merdiven dayamasına rağmen müzmin bir bekâr olan bu karasevdalı, bütün gününü, abayı yaktığı gözağrılarına şiirler ve kasideler yazmakla geçirir, döktüğü gözyaşları, boğazında düğümlenen hıçkırıkları, buğulu gözleri zavallı anasının içine işlerdi. İyice bezen kadıncağız sonunda oğlunu üfürükçülere götürmeye karar verdi. Çünkü bir cinin büyü yoluyla, fitnecinin biri tarafından oğluna tebelleş edildiğine inanıyordu. O yaşına rağmen sırtına kazma kürek alıp evin avlusuna çıktı ve bir armut ağacının dibini kazdı: Çeyiz olarak getirdiği 120 altını tam yarım asır önce, kara günler için buraya gömmüştü. Altınları alıp, gözü yaşlı, başı dumanlı oğluyla birlikte üfürükçülerin kapısını çalmaya başladı. Kurşunlar dökülüp muskalar yazıldı, mübarek dualar okunup mukaddes macunlar hazırlandı. Hatta, neşter vurup bedendeki mâlihülyayı akıtacağını ileri süren bir cerraha 7 altın, Hidistan kafuru ve eter koklatıp aşkla çarpan yürekleri teskin edeceğine bahse giren bir berbere 5 altın, kirpikleri ok, kaşları yay, can yakıcı bir ceylanı bakar bakmaz bir acuze gibi gösterecek üç odaklı gözlük camlaı yapan bir dürbüncüye ise 9 altın kaptırıldı. Ancak hiçbir üfürükçü, efsuncu, kocakarı ve gözbağcı, zavallının gönül derdine derman bulamadı. Adam yine eskisi gibi gördüğü her hatuna abayı yakıp yıldırım aşkıyla vurulmaya, gazeller ve beyitler yazıp karasevdadan gözyaşları dökmeye devam ediyordu. Çünkü onu çarpan mahluk, bilinen cinlerden değildi. Bununla birlikte, halkın sokaklarda barikatlar kurarak isyan ettiği, devasa çelik kulesiyle ünlü bir batı başkentinin tıp okulundan atıldıktan sonra Bağdat'a gelip yerleşen bir hekim bu cini teşhis etti. Üstünkörü tıp Latincesi bildiği için huafelere itikat etmeyen adam sözkonusu cinin, evliyaların ve üfürükçülerin sık sık görüp kovduğu türden değil, bir kupid, yani bir aşk cini olduğuna kalıbını basıyordu.
Müspet ilimlerle uğraştığı için hurafelere pabuç bırakmayan hekimin anlattığına göre aşk cinleri olan kupidler, tıpkı Felemenk ya da İtalyan ressamlarının tasvir ettiği gibi çıplak, bebek yüzlü, tombul yanaklı ve toplucaydı. Ancak kanatları kuşlarınkine değil, böceklerin, daha çok tatarcığınkine benzerdi. Ok ve yay taşırlar, pusuya yatıp bir zavallı delikanlının güzeller güzel genç bir kızla gözgöze gelmesini bekler ve tam nazar anında yayı gerip oku fırlatarak oğlanı kalbinden vurur, biçareyi âşık ve meftun ederlerdi. İşlerini böylece bitirdikten sonra vızıldayarak olay yerinden uzaklaşır, nişancılıklarıyla övünerek keyiflerinden de bir türkü tuttururlardı.
Hekim böyle diyordu ama, zavallı âşığın ihtiyar anası dindar bir kadındı ve ananevi, bildik cinlere inanırdı. Ayrıca Bağdat'taki bütün camilerin imamları aşk cinleri olan kupidlerden habersizdi. Fakat ihtiyar kadın, bu güvensizliğin bedelini ağır ödedi: Gönül derdinden muzdarip oğlu, günler ve geceler süren bir gözyaşı ve hıçkırık nöbetinden sonra aşktan ölüverdi. Kadıncağız oğlunun yasını tutarken hekim kapıyı çaldı ve artık ne diller döktüyse onu, merhumun naaşının teşrihi için razı etti. Bir neşterle göğsü yardıktan sonra aşık adamın kalbinden cımbızla, tam 179 aşk oku çıkardı. Ölüm nedeni hyperamoritis'e bağlı kalp yetmezliğiydi. Hekim bununla da yetinmedi. Kupidler ve onların yol açtığı aşk hastalığı, yani amoritis konusunda bir kitap bile yazdı. Ayrıca aşk cinlerinin oklarını etkisiz kılacak bir yakı geliştirdi. Bunu yüksek fiyatlardan satıp hem para hem de şöhret kazandı. Öyle ki, şairlerin hayat hikayelerini yazan ünlü bir edebiyat alimi, Bağdat'ta şiir sanatının o tarihlerde gerilemeye başlamasını bu yakılara bağlamıştı.
Gel gör ki, cinler alemi hakkında en engin bilgisi olan kişi Kahireli Talah'tı. Kavalalı soyundan gelen ve yakın zamanda İngiliz ilinde fen tahsil eden Talah, değil kupidlere, sağda solda, eşikte köşede gördüğümüz, viranelerde kahkasını kıkırtısını işittiğimiz, bildik, sıradan cinlere bile inanmazdı. Onun bu mahluklara inanmaya başlaması, yani cinler konusunda hidayete ermesi hakkında şunlar rivayet edilir: Talah, gösterişli ve kırmızı mühürlü bir fen diploması alıp buharlı gemiyle İskenderiye'ye, oradan da Kahire'ye ailesinin yanına gelerek babasının elini öptükten bir ay sonra, gecelerden bir gece, kocakarının birinin anlattığı cin peri masallarına adamakıllı içerlemişti. Çünkü müspet ilimlere göre ifrit mifrit yoktu ve bunların silmesi yalan dolan şeylerdi. Ne var ki ev halkı yatmaya çekildiğinde, Talah masalları düşünmeye başladı. Keyfi huzuru kaçtığı için uzun süre uyuyamadı. Sonunda sızıp kaldı ama, vakit geceyarısını çoktan geçtiğinde, sıkıştığı için uyanıverdi. Aksi gibi hela evin dışında, ta bahçedeydi. Talah eline bir mum alıp merdivenleri inerek bahçeye çıktı. O karanlıkta helaya doğru yürüdü. Gıcırdayan kapıyı açıp içeri girdi ve gecelik entarsini toparlayıp elinde mum olduğu halde çömeldi. Tam o anda, gözü taharet maşrapasına takıldı. Maşrapa kımıldar gibiydi. Mumu yaklaştırıp inceleyeyim derken, maşrapanın içinden ansızın bir cin, kafasını çıkardı. Kocakarının masalında anlattığı gibi sivri kulaklıydı; üstelik sırıtıyordu. Talah'ın gözleri, korkudan yuvalarından uğradı ve ıkınmasına bile gerek kalmadan, Hint yağı içmiş gibi, kuburu neredeyse ağzına kadar doldurdu. Bu yetmiyormuş gibi, cin, maşrapadan muma uzanıp alevi üfleyince, zavallı karanlıkta kaldı. Bütün bunlar kaşla göz arasında olup bitmişti. Sabah gelenler onu helada çömelmiş vaziyette, beti benzi atmış, dişleri takırdarken buldular. Yatağına götürüp bir bardak su içirdiler. Tam üç gün boyunca yatağında yatarken durmaksızın, çeneleri titreyip birbirine vuruyordu. Öyle ki, sonunda işleri teker teker çatlayıp tuz buz oldu ve o genç yaşında takma diş kullanmaya başlayacaktı. Nihayet kendini toplar gibi olduğunda kalkıp, o gece cin peri masalları anlatan kocakarının elini öperek af diledi. Ayrıca, İngiliz ilindeyken düşüp kalktığı, amele sınıfını isyana kışkırtan iştiraki arkadaşlarından kaptığı Allahsızlık illetinden de kurtuldu. İşte Talah, hidayete böyle erdi. Hal böyle olunca, tövbe istiğfar ederek fen diplomasını da yırtıp attı.
Hidayete ermesinden sonra Talah bütün hayatını cinler aleminin esrarını keşfetmeye adadı. Hatta bu mahlukları inançsızlara teşhir edebilmek için iki odaklı bir fotoğraf makinesi bile geliştirdi. Ama bu girişiminin sonu hüsran oldu: Ateşten yaratılmalarına rağmen cinler, fotoğraf filmi üzerinde iz bırakmıyorlardı. Belki de onları görebilmek için teknoloji değil, biraz inanç, az buçuk hayalgücü, bir nebze de iç sıkıntısı gerekiyordu. Meseleyi zihnine giderek fazlasıyla taktığından, zamanla bu üç şartla da iyiden iyiye uydu. Öyle ki, çarşıda pazarda bu yaratıkları eskisine nazaran daha sık görmeye başladı. Cinlerden kimi, sokak sokak dolaşarak bağıra çağıra malını öven bir seyyar satıcıyı takip eden adam ne söylerse arsızca tekrarlıyor, kimi de inançsızlar için görünmez olma özelliğini eğlenip dalga geçmek için kötüye kullanarak bir kıraathanede tavla oynayanların attığı zarları gönlüne ve aklına estiğince değiştirip kıkırdıyor, kimi ise para sayan bir zavallı veznedarın kulağına ilgisiz rakamlar fısıldayıp, adam şaşırınca eğleniyordu. İnancı kuvvetlenince, Talah daha da çok cin görmeye başladı. Hatta bir perşembe günü, Kahire sokaklarında izdihamın azaldığı akşam vaktinde kıraathanein birinde bu mahluklardan yirmisini birden gördü. Boyları iki karışı geçmeyen bu cinlerden bazısı cübbe giymiş, kimi fes takıp kimi de sarık bağlamıştı. Takunyeyle dolaşan bazıları dışında diğerleri yalınayaktı. Birkaçı çubuk tüttürüp keyif yaparken çoğu, artık nasıl bir hileyle başardılarsa, nargile şişesi içinde kapana kıstırdıkları hemcinslerinden biriyle dalga geçiyorlar, marpucu üfleyip şişedeki suyu fokurdatarak zavallıyı rahatsız edip kızdırıyorlardı. Kısacası, birçoklarınca bir sinir buhranı geçirdiğine inanılan Talah'ın gördükleri ya da söyledikleri doğruysa, cinler aleminde usul erkan, edep terbiye, nezaket ve haysiyet yoktu. Yine de bu mahluklar ne kadar pişkin, küfürbaz ve geveze olursa olsunlar, aralarında birkaç istisna da yok değildi. Nitekim Talah, Kahire'de bir cuma namazı sırasında, tam da imamın hemen arkasındaki safta namazlarını kılan iki cin görmüştü. Üstelik, sivri kulaklarına rağmen başlarında birer namaz takkesi bile vardı. Öte yandan Talah, yine bir mübarek cuma günü dilencilerden birine sadaka veren bir cine tesadüf etmişti. Verilen sadaka ise, eğer anlatılanlar doğruysa, Saba Melikesi Belkıs'ın Hazreti Süleyman'a çeyiz olarak getirdiği yüzbinlerce altından sadece biriydi. Sonunda Talah, üşenmeyip oturdu, onca bilgisi ve görgüsüyle cinler alemi hakkında belki de en esaslı kitabı yazdı. Bu muazzam eseri Kahire'de bir matbaada bastırıp, üstelik bir de İngiliz lisanına çevirdi. Fakat bu ülkede kitabına itibar eden bir yayımcı bulamayınca servetinin kalan kısmını bir matbaacıya vermek gafletinde bulundu. Matbaacının 81 yaşındaki eline ağır ve gözleri aşırı derecede bozuk mürettibi bu büyük eserin son harfini dizemeden, Talah sefalet içinde vefat etti. Talah'tan çok, ama çok zaman sonra, günümüze yakın bir tarihte Anadolu'nun orta yerindeki bir köyde dört cin yaşıyordu. Bu cinlerin adları, sırasıyla, Recep, Şaban, Ramazan ve Bayram'dı. İşte, günlerden bir gün bir kupid, pek seviyesiz ve kaba bulduğu bu dört cinin başına bir çorap ördü: Pusuya yatıp okuyla nişan alarak onları teker teker kalplerinden vurdu ve her birini köyün en dindar adamının dört güzel karısına aşık etti. O günden sonra köylüler, oyunbaz cinlerin kıkırtılarını ve şakalaşmalarını işitemez oldular. Çobanlar, sevgililerin birbirlerine vermek için kopardıkları dağ lalelerinin yerden bir bir eksildiğini, geceleri dolunay altında hıçkırıklar ve çaresiz iniltiler işitildiğini fark ettiler. Aşık cinler gerçekten de çaresizdi. Çünkü abayı yaktıkları kadınların kocası, yani rakipleri, ezberinde cinler alemini inletip titretecek kadar dua bulunan, namazında niyazında, nefesi kuvvetli bir üfürükçüydü.
Eve girmeyi cinlerin gözü yemiyordu ama, ateşten yaratılmalarına rağmen bu kez aşktan tutuşmalarına ramak kala, adam yokken bir gece eve girmeye yeltendiler. Bu yegane fırsattı belki ama, aksi gibi evin lambalı radyosunda mübarek Regaip Kandili yayını vardı. Duaları işitir işitmez, bu yüzden gerisin geri döndüler. Gönüllerini kaptıralı beri dördünün de ağzını bıçak açmıyor, ciğerleri yanıyor, sık sık göğüs geçirip bazen için için, bazen de hüngür hüngür ağlıyorlardı.
Bununla birlikte gecelerden bir gece, fazlasıyla serseri ruhlu oldukları için iyice zıvanadan çıkmış, söyledikleri açık saçık türkülere bakılırsa kantarın topuzunu adamakıllı kaçırmış iki cinle karşılaştıklarında yüreklerinde az buçuk umut yeşerdi. O anda kurnazlık düşünüp bir fırıldak çevirmeye karar verdiler. Sayıca üstün oldukları için gerek tehdit ederek, yeri geldiğinde ise yalvararak, iki serseri cini köy muhtarının evinde olay çıkarmaya yani çanağı çömleği kırıp evin damında tepinerek takırtı etmeye razı ettiler. Zaten serseri cinler de aslında bu işe gönüllüydü, fakat bir kez onlardan bir şey istendiği için kendilerini ağırdan satıyorlar, tafra yapıyrolardı. Aslında hakları yok değildi, çünkü dalavere oldukça tehlikeliydi. Muhtarın evinde tam gece yarısı patırtı çıkınca üfürükçü derhal oraya çağrılacak, böylece dört karısı da gecenin o vakti yalnız kalacaktı.
Nihayet gece yarısı muhtarın evinden gürültüler yükselmeye başladıktan az sonra, koşa koşa gelen bir kadın üfürükçünün kapısını çalarak evlerini cinlerin bastığını haber verdi. Başında namaz takkesi, üstünde gecelik entarisi, ayağında takunye ve elinde Kuran olduğu halde adam fare görmüş kedi gibi fırlayıp muhtarın evine koşmaya başladığında karıları evde yalnız kaldı. Fırsatı ganimet bilen dör cin de kapıdan, bacadan, pencerelerden eve daldılar. Abayı yaktıkları kadınlar büyük bir yer yatağında yüzüstü yatmış uyuyorlardı. Günlerdir meftun oldukları gözağrılarını bu durumda sereserpe gören cinler düğün bayram edip, uyuyan kadınların bacaklarının arasına girerek sırtlarını kalçalarına dayadılar. Gözleri gönülleri açılmış, ağızları kulaklarına varmıştı. Fakat diğerlerinin etekleri zil çalmasına rağmen onca zevk ve safa arasında içlerinden biri, üfürükçü her an gelebilir diye endişeliydi. Ancak bu, diğer üçü için, alay, sataşma ve el şakası vesilesi oldu. Sonunda, bu temkinli ve basiretli cinin hiç de haksız olmadığı ortaya çıktı.
Bu işaret anında, ardına kadar açılmış kapıda üfürükçü belirince, uyuyan kadınların bacakları arasında keyif yapan cinlerde şafak attı. Büyük bir öfkenin eseri olarak, adamın gözleri çakmak çakmaktı. Fakat onları bir gazabın parıldadığı gözleriyle değil, elbette imanıyla görüyordu. Üfürükçü eüzübesmele çekerken, temkinli cin kulaklarını tıkayıp bacadan kaçıverdi. Adam büyük bir süratle üç kulhuvallahu bir elham okur okumaz, donakalan üçünün başı dönmeye, sivri kulakları uğuldamaya, gönülleri bulanmaya başladı. Öfkeli koca, terliği kaptığı gibi cinlerden birine fırlatıp zavallıyı sersemletti. Diğer ise terliği kafasına yer yemez yığıldı kaldı. Adamın arkadaşlarıyla uğraşmasını fırsat bilen üçüncüsü ise sendeleye sendeleye bir fare deliğine kapağı attı. Bulunduğu az çok emniyetli yerden, baygın arkadaşlarının tıpkı birer kedi yavrusuymuş gibi, üfürükçü tarafından enselerinden kavranarak iki boş şişeye konulduğunu, bu tonik ve bira şişelerinin ağızlarının, üzerlerine dualar yazılı bir kağıt parçasıyla sıkıştırılıp kapandığını seyretti. Tabiatüstü kuvvetlerle mücadele etmenin yol açtığı onca manevi yorgunluktan sonra adam iman tazeleyip iki rekat namaz kılmak isteyince, fare deliğine saklanan cin, rekatların arasında, adamın arkasından bir koşu sıvıştı ve kapıdaki çatlaktan dışarı fırlayıp paçayı kurtardı.
Bu olaydan tam iki gün sonra, koku köye iyice yayıldığında üfürükçünün oğlu, babasından habersiz, içlerinde birer cin bulunan bira ve tonik şişelerini köy bakkalına götürdü ve depozitosuyla bir paket nane şekeri ile iki meyvalı sakız aldı. Böylece cinler büyük kentlerin yolunu tuttu. İki ayrı fabrikada şişeler yıkanırken, ateşten yaratıldıkları için zavallı cinler, deterjanlı suyun etkisiyle yine sersemlediler. Sonunda birine tonik, diğerine ise tekrar bira dolduruldu. İçinde bir cin olduğu için rengi bir tuhaf olan tonik şişesi, müşterilerin ilisini çekmediğinden aylarca ve yıllarca dolapta bekledikten sonra miadı doldu. Birayı ise, şişesinde bir cin hapis olduğu halde, efkar dağıtmak isteyen bir kabadayı fondip yaptı. Öyle ki, adamın ağzının, burnunun, kaşının, gözünün yerinden oynadığını gören külhani arkadaşları, alt tarafı bir şişe birayla çarpıldığını görünce, mangalda kül bırakmadığı halde kabadayının içkiye dayanıksız olduğuna hükmedip selamı sabahı kestiler.
Üfürükçünün enselediği cinlerin adları Recep ve Bayram'dı. Recep, tonik şişesi içinde yıllarca sıkıntıdan patlayacak, ama Bayram, çarptığı kabadayı çizgili lacivert takım elbisesi ve afili yeleğini bir deli gömleğiyle değiştirip heyulâ gibi iki güllâbici nezaretinde tımarhaneye kapatılınca, yıllardır aradığı oyun cennetini bulacaktı. Bir fare deliğine saklanan, üfürükçünün Rabbine secde etmesini fırsat bilerek yakayı sıyıran cin, yani Şaban ise, gecenin o vakti, arkadaşlarıyla her zaman buluştukları viraneye kendini dar attı. Kadınların kocası daha onları bastığı anda tabanları yağlayan temkinli cin oradaydı. Dört kadından biri olan Zilkade'ye Ramazan adlı bu cin aşıktı. Tam bir asır önce yolu bu köye düşen bir kadından konuşma ustasının iki karış boyundaki kuklasından aşırdığı redingotunun yakasını kaldırmış, hüngür hüngür ağlıyordu. Aşk ateşiyle için için yanan arkadaşını gören Şaban'ın hıçkırığı boğazında düğümlendi. Korkusunu unutup sevgilisi Zilhicce'yi hatırladı. Gözlerinde birkaç damla yaş belirdi. O gece viranede iki cin, dolunay altında sabaha kadar gözyaşı döktüler. Biri, "Ah, Zilkade!" diye feryat ederken, diğeri de, "Ah Zilhicce!" diye sızlanıyordu. Aksi gibi yağmur da başlamış, ortalığa bir kasvet çökmüştü. Ateşten yaratılmalarına rağmen üşüyor, belki de gönül derdiyle ürperitiyorlardı. Belli ki, Zilkade ve Zilhicce'ye asla kavuşamayacaklardı.
Ramazan, redingotnun yakasına asılıp sivri kulaklarını örtmeye çalıştı ve umutsuz, hüzünlü bir sesle, "Bu iş acaba tatlıya bağlanır mı? Zilkade beni beğenir mi sence?" diye sordu.
Diğerinin ise, arkadaşından çok kendine cesaret vermeye çalıştığı belliydi. "Neden olmasın? Bak! Filinta gibi bir cinsin. Redingotun da çok yakışıyor doğrusu. Bana bir baksana! Bir cepkenim, bir de başımda küllahım var sadece." dedi.
Ramazan bu sözlere pek inanmış gibi değildi. Buğulu gözlerle, "Ama sırtımda hafif bir kambur var." dedi, "Zilkade kambur bir cinle evlenir mi hiç?"
Şaban kızgınlıkla, "Aptal! O kambur gazdan oluyor" diye bağırdı, "Yediğine içtiğine dikkat et, bak o zaman kambur mambur kalıyor mu!"
Ötekinin gözlerinde bir umut ışığı belirdi: "Öyleyse beni kucağına al ve sırtıma pat pat vurup gazımı çıkart. İşimi şansa bırakmak istemiyorum. Zilkade beni böyle beğenmez! Ne olur! Hatırım için yap bunu!" diye bağırdı.
Ne var ki öteki cin bu işe pek yanaşmıyordu. Çünkü pek tabii, arkadaşının yellenmesiyle çıkacak koku işine gelmezdi. Bu yüzden lafı çevirip onu geğirmeye razı etmeye çalıştı. Ama söz ağzından bir kez çıkmış, ok yaydan artık fırlamıştı. ramazan bir türlü ikna olmayıp ısrarlarına devam edince, çaresiz, arkadaşını kucağına alıp arzusunu yerine getirdi. Fakat bu, her şeyin sonu oldu. Viranenin çatısına tüneyen baykuşlar çıkan şiddetli gürültüden ürkerek uçup gittiklerinde, ortalığı dayanılmaz bir koku kapladı. Bunu ilk hisseden köpekler oldu ve havlamalarıyla bütün köyü ayağa kaldırdılar. Ertesi sabah koku bütün köye, hatta vadinin tamamına yayıldı.
İkinci gün ise, burunları çok hassas olduğu için, en sadık köpekler bile kokuya dayanamayıp sahiplerini terk ederek köyden kaçtılar. Sanki, köyün ortasına bir sığır sürüsü topluca katldilmiş ve leşler güneş altında haftalarca bekletilmiş gibiydi. Zilkade ve Zilhicce dahil üfürükçünün dört karısı kocalarıyla birlikte, diğer aileler gibi onuncu gün köyü terk ettiler. Sonunda bütün vadi bomboş kaldı. Bütün bu felaketlere rağmen üstelik, Ramazan'ın kamburu kaybolmamıştı. Sevgililerin artık çok uzaklarda olduğu yetmiyormuş gibi, önlerinde boş bir köy ve burunlarında dayanılmaz bir koku vardı. Bu umutsuzluk çölünde artık aşk olamazdı. İki cin vadiyi ve manzarayı gören bir tepenin zirvesinde ıstıraplı ve apaçık bir gerçeği kabul etmiş olmalarının hüznü, gözlerinde yaş, dudaklarında acı bir gülümsemeyle, asırlardr yaşadıkları bu yeri, hiç konuşmadan uzun uzun seyrettiler. Güneş battıkltan sonra, sessizliği Ramazan bozdu.
Acıklı bir sesle, "Ey sevgili, biricik kardeşim!" dedi, "Pembe hayallerimiz bir yellenmede böylece uçup gitti. Asırlık biraderlerimiz Recep ile Bayram üfürükçünün gadrine maruz kaldı. Hele hele, gözağrılarımız Zilkade ile Zilhicce şimdi kim bilir nerede! Bahtımız kara, alın yazımız böyleymiş, ne yapalım! İyisi mi, gel, bağrımıza taş basalım. Ağlamak sızlamakla bir yere varamayız. Zaten bu işin olacağı da yoktu: Zilkade bana, Zilhicce de sana varsaydı, o zalim üfürükçü asla peşimizi bırakmaz, bizi bir viranede kıstırırdı. Hem cinin talihi kör, kısmeti kapalıdır. Bir düşün! Gözdelerimizle aynı yastığa baş koysaydık. Allah sevenleri korur ya, yine de hayat onlar için zor olurdu. Şimdi hiç olmazsa aç açıkta değiller. Bu da bizim için teselli olsun. Bu yüzden gel de, aşklarımızı içimize gömelim ve yözyaşlarımızı artık içimize akıtalım. Hayat devam ediyor ve ondan zevk almak zorundayız. Madem ki talih gönül kapısını suratımıza kapadı, en iyisi biz de diyar diyar dolaşır, günümüzü gün ederiz. Onu bunu matrağa alır, makaraya sararız. İçimizdeki gönül sızısı geçecek gibi olmasa da, önümüze geleni tefe koyup çalar kıs kıs gülüp bu dünyadan kâm alırız."
Ramazan diğerine nazaran daha bir aklıselim sahibiydi. Söyledikleri Şaban'ı etkilemişti. Hayata, tabiri caizse sıfırdan başlayacaklar, yeni bir sayfa açacaklardı. Böylece iki cin yollara düştü. Günlerce gecelerce durup dinlenmeden yürüdüler. Sonunda bir kasabaya vardılar. Kasabanın istasyon kahvesinde, o sıcakta havuzun başında nargilesini fokurdatan, keyif düşkünü olduğu belli, yaşı yirmi beşten yukarı bir adamı gözlerine kestirdiler. Maytaba alıp dalga geçebilecekleri, tam aradıkları gibi biriydi bu. Saf bakışlı, kara yağız ve ince uzun biri olan bu adam, elbette Hacı Naz'dı.
Genellikle saf saf, bazan da kötü köü bakan biri olan Hacı Naz, oldukça bön, inatçı, biraz da kalın kafalıydı. Zihni fazla iyi işlemeyen birine göre hayatı boyunca çok çalışıp zahmet çektiğinden, rahatlığın ve tembelliğin değerini gayet iyi bilir, bu nimetlere erişmek için kaytarmaktan, eğer yakalanırsa yalan söylemeyekten çekinmezdi. Belki de, bu tabiatı epeyce erken geliştiği için vaktiyle ana babasından, dayılarından ve amcalarından yediği hesaba gelmez kötek zavallının duruşunu bile biçimlendirmişti: Bu zayıf, kara yağız adam, boşta gezinip adı muhitinde serseriye çıkmasın, bu arada cebi az buçuk para da görsün diye kendisinin nalburiye dükkanına getir götür işleri almak gibi büyük bir hayır işleyen dayısının gözü önünde çalışırken, ensesine her an bir tokat inecekmiş gibi kamburunu çıkarır, omuzlarını kulaklarına kadar kaldırıp başını gizlerdi. Yalancılık ve fesat onun tabiatında yoktu; bunlar sonradan öğrendiği şeylerdi. Bıraksalar, orta okuldan belgeli Hacı Naz, mutlu biri olabilir, üstelik bunu hayatta bir anlam aramadan yapardı. Fakat onu durmaksızın koşturup zahmete koşmak, hayatını ve tüm varoluşunu adadığı keyif-rahatlık-tembellik teslisinden koparmak isteyen onlarca ve yüzlerce kişiyle başı her zaman derde girmişti. Kaytarırken yakalandığı vakit durumu kurtarmak için yalan söylediğinde, fazlasıyla saf olduğu için büyük bir vicdan azabı duymuyor, böylece o mukaddes ruh huzuru asla bozulmuyordu. Ona azap veren asıl şey, bedeninin bu huzuru ruhu kadar yaşama fırsatını pek bulamamasıydı. Diğer bir sıkıntısı ise, hem saf hem de fesatçı olmasının, bazı ağır sataşmalara davetiye çıkarmasıydı. Bu alayların biraz olsun önüne geçebilmek için katlın, çatallı bir sele ve külhani bir üslupla konuşmayı âdet edinmişti. Bu özelliğini pek beğenir, sesi ve konuşma üslubuyla kendisini böyle ağırdan sattığı halde, nasıl olup da itibarının bu kadar az olduğunu beyni bir türlü kavramazdı. Üzüldüğü birkaç şeyden biriydi bu Tanrı'nın ona bahşettiği cennet huzurunu, kendisini ikide bir zahmete koşarak bozan bütün insanlardan, yokluğuyla öç almayı sık sık hayal ederdi. Senaryosu basit, ama etkiliydi: Günün birinde akrabaları, patronları ve arkadaşları onun vefat ettiğini işitecekler ve doğruca evine koştuklarında, çarşafla örtülmüş, üstüne bıçak ve sabun konuş, sedirde yatan naaşını göreceklerdi. Cenaze namazını kıldıktan sonra pişmanlık gözyaşları akıtacaklar ve zavallının helvasını yerken lokma boğazlarından geçmeyecekti. Bu ağır pişmanlık, evlatlara ve torunlara onun adının verilmesine yol açacak ve Hacı Naz adı yüzyıllarca, bir haksızlık ve pişmanlık rüzgarı gibi, nesilden nesile geçecekti. Bütün bu hayalleri o ender tembellik kaçamaklarında kurar, ancak yakalanır yakalanmaz ensesine inen okkalı bir şaplakla cenneti sönüverirdi.
Kendisine ikide bir iş buyuran, bağıra çağıra onu hımbıllık ve miskinlikle suçlayan dayısının nalburiye dükkanında sabahtan akşama kadar çalıştığı yetmiyormuş gibi, Hacı Naz'ın üstelik bir de gönül sızısı vardı. Evet! Müezzinin küçük kızına ilgi duyuyordu. Sabah uyanır uyanmaz, usturası, sabunu ve tasıyla aynanın karşısına geçer, özenle traş olurdu. Saçlarını limon suyuyla tarayıp, annesinin geceden ütülediği pantolonu ve gömleği giyer, kulağına bir karanfil iliştirip aynada kendisine son bir kez daha baktıktan sonra sokağa çıkardı. Güzergahı elbette, müezzinin evinin önünden geçiyordu. Gönlünü kaptırdığı kız o saatte ev işlerine başladığından ara sıra balkonda ya da bahçede olur, gözgöze geldiler mi, Hacı Naz gayri ihtiyari, eliyle saçını şöyle bir sıvazlardı.
İki patavatsız cinin kendisine musallat olduğunu bilmeyen Hacı Naz, sabahlardan bir sabah esneyerek yataktan kalktığında, her zaman olduğu gibi traş takımıyla yine aynaya gitti. Gel bör ki bunca zamandır onun ruhunu okuyan cinlerden Şaban, aynanın içine giriverdi. Adam yüzünü sabunlayıp usturayı yanağında tam gezdiriyordu ki, aynadaki aksinde bir gariplik sezdi: Kulakları sivri ve uzundu. Teni ise çok koyu idi ve yeşile çalıyordu. Üstelik gözbebekleri kırmızımtraktı. Kısacası bu haliyle, değil müezzinin küçük kızına göz süzmek, insan içine çıkmak bile doğru değil gibiydi. Tam bu anda aksi, ona göz kırpar gibi oldu. Bunun üzerine Hacı, gidip yüzünü soğuk suyla iyice yıkayarak uyku sersemliğini atmış durumda tekrar aynanın önüne geldi. Hayır! Yanılmıyordu! Kulakları gerçekten sivri ve uzundu. Gördüklerinden emin olmak için ağzını iyice açtı. Aynadaki aksi de ağzını açmıştı. Ne var ki kendisinin dişleri sigaradan sapsarı olduğu halde, aksinin dişleri bembeyaz, bununla birlikte her yeri sipsivriydi. Müezzinin kızı onu bu haliyle imkan yok beğenmezdi. Hacı Naz yutkundu; ağlamaklı bir yüzle doğruca, kuzinede gözleme yapan annesine koştu ve içli bir sesle,
-"Ana! Ben çirkin miyim?" diye sordu.
Oğlu fazlasıyla saf olduğu için onu oğlancıların kandıracağından oldum olası korkan kadın, öfkeyle,
-"Güzellik senin neyineymiş! Güzellik kadın kısmına yakışır. Erkek dediğin çirkin olur, çirkin!" diye bağırıp zavallıyı azarladı. Daha kızgınlığı sönmeyen kadın, oğlanın yine ayna seğirttiğini, kah ağzını açıp kapayıp, kah sağına soluna dönüp omuzunun üstünden kendini seyrettiğini görünce, huylanıp için bir kurt düştü. Bir erkeğin ayna karşısında bu kadar vakit geçirmesi, elbette şüpheyi davet ederdi.
Aynaya giren Şaban orada zavallı adamın taklidini yaparken Ramazan da, onun sağ arka cebinde tarakla birlikte taşıdığı, arkasında bir horos resmi olan cep aynasına girdi. Hacı Naz, ütülü gömleğini ve pantolonunu giymesine rağmen o sabah müezziin evinin önünden geçmedi. Dayısının dükkanına ıssız arka sokaklardan gidiyordu. Yarı yolda ep aynasını çıkarıp yüzünü yine inceledi. Tekrar aynı manzarayı, yani, koca delikli sivri burnu, üzerinde siğillerin ve sivilcelerin kaynadığı nefti teni gördü. Ağzını açıp dilini çıkardığında, cep aynasındaki cin de bu hareketi tekrarladı. Dili sivri, küçük dili ise kocamandı. O gün, ağzını bıçak açmadı. Akşam eve gelir gelmez kafayı vurdu yattı.
Sabah aynada yine aynı manzarayı görünce tüyleri ürperdi. Bu yüzden durumu en yakın arkadaşına açmaya karar verdi. Arkadaşı ona şu tavsiyede bulundu:
"Anlaşılan o ki, sen arsız bir cin ya da cinlerle karşı karşıyasın. Keratalar sana oyun oynuyor, seninle dalga geçiyor olmalılar. Bu durumda onları faka bastırmanın sadece bir yolu var. Aynanın karşısına geç ve suratını iyice asarak aksine bak. Hepimizin bildiği gibi, cinlerin topu gayrı ciddidir. Eğer aksin kendini tutamazsa, bil ki o cindir"
Bu öğüdü tutmaya karar veren Hacı Naz eve gidince aynanın karşısına geçip kaşlarını çattı ve suratını asarak sivri kulaklı aksine bakmaya başladı. Aradan birkaç dakika geçtikten sonra aksinin dudakları kımıldar gibi oldu. Belli ki yanağını ısırıyordu. Kendisi ise istifini bozmuyor, suratını bir nebze bile kımıldatmıyordu. Çünkü ciddiyet, itibar uğruna ağır başlı görünmeye hayatını vakfeden Hacı Naz için zor bir şey değildi. Sonunda aksi, ona öylece bakarkan suratını bir iki titrettikten sonra pıhlayıp kıkırdayıverdı. Foyası meydana çıktığı için aynadan dışarı fırlayıveren cin, gözleri kısılmış, eliyle ağznı kapayıp kıkırdaya kıkırdaya kaçıp gitti. Hacı Naz'ın esmer ve şaşkın sureti aynadaki eski yerine böylece yine yerleşti. Cinlerle arkadaşlığı artık başlamıştı.
Herhalde bir sarsıntı sonucu onun sinir buhranı geçirdiğine inanan arkadaşları kendisini alayla süzerlerken Haccı Naz, gördüğü cinlerin, dedesinden ninesinden duyup işittiği gibi olmadığını ileri sürüyordu. İkisi de kedi büyüklüğünde, kuyruklu ve sivri kulaklıydı. Şişmanca olanın adı Şaban, zayıf ve kamrubumsu olanınki ise Ramazan'dı. Arkadaşları arasındaki itibarına fazlasıyla önem veren Hacı Naz, çatallı ve kalın sesiyle, bu mahlukları pek yılışık ve laubali bulduğu için araya mesafe koyduğunu, onara faza yüz vermeyip kendini ağırdan sattığını, yoksa cinlerin, maazallah, işi el şakasına bile vardıracak kadar pişkin olduklarını anlatıyordu.
Dediğine göre mahluklar onu, efendi, ağırbaşlı ve oturaklı olduğu için çekemiyorlardı. Çünkü kendileri, sulu, arsız ve yüzsüzdü. Aradan günler geçip onlarla ahbaplığı, hasbıhali ilerlettiği zamanlarda bile Hacı Naz, tam da cinlerin bu pişkin tıynetini yansıtan şu ayna numarasıyla kendisini nasıl matrağa alıp rencide ettiklerini unutamayacak, onlara vakur ve mesafeli davranıp, hatta gizliden gizliye diş gıcırdatacaktı. Fakat anlattığına göre, galiba bu tavrı da pek para etmiyordu. İkisini ta uzaktan gördüğü halde cinler kendisine yaklaşırken o, görmezlikten gelip fazla yüz ermiyordu. Ama mahluklar efendice bir tavırla önce ona itibar edip ciddi, münasip bir konu açıyorlardı. Bu, elbette aslında onun önüne koydukları bir yemdi. Kurbanları nemrutluktan vazgeçip ciddi bir sohbete girdiğinde ise kıkırdamamak için dudaklarını ısırıyorlar, zavallı ara sıra başını çevirdiğinde birbirlerini dürtükleyip kıs kıs gülüyorlardı.
Sunday
Rabnuma
Dr. İhsan Oktay Anar/Ege Üniversitesi Felsefe Böl.Öğretim Üyesi / Mor Köpük Oyun Özel sayısı
1 Temmuz 1959'da, İran’'da yayınlanan Penam gazetesi Zahedan yakınlarında kayalara oyulmuş bir tapınak bulunduğunu açıklamıştı. Tapınak, küçük bir dehlizden girilebilen geniş bir odadan ibaretti. Cesaret edip içeri girenler, Kazan Üniversitesinden arkeolog N. Brodnikov ve yardımcısına ait olduğu daha sonra anlaşılacak iki ceset bulmuşlardı.
Cesetler antik bir satranç masasının iki yanındaydı. Adli tabip, arkeolog ile yardımcısının altı yıl önce öldüklerine hükmetti. Cesetlerde bir cinayeti akla getirecek hiçbir iz bulunamadığından, bu kişilerin ölümlerinin, hastalık olasılığı bir yana, açlık ve susuzluktan olabileceği Sovyetler'in elçisine duyuruldu. Gel gelelim elçi, Brodnikov'la yardımcısının yanlarında ilaç ve tüketilmemiş bol miktarda erzak olduğunu belirtip adli tıp raporunun doğruluğu konusunda şüphelerini dile getirdi.
Bununla birlikte bir uzman heyeti, olay yerinde yaptığı araştırmada adli tıp raporunu doğrulayacak ipuçları buldu. Brodnikov'la yardımcısı satranç oynarken ölmüşlerdi.
Daha sonra, onların satranç masası başında ölümü beklediklerini düşündü herkes.
Brodnikov'la yardımcısının ölümlerinden altı yıl sonra gizli bir tapınağın içinde satranç masası başında bulunmaları olayına, Arjantin'de yayınlanan bir satranç dergisi, "Garip ama Gerçek" köşesinde bir sütunluk yer ayırdı.
Buradan, arkeologla yardımcısının oynadıkları oyunun bilinen satrançtan biraz değişik olduğunu öğreniyoruz: Tahta, "9x9" kareden oluşuyordu ve taşlar otuz altı taneydi. Sözü edilen dergide bu olayı anlatan yazar, kim bilir, belki taşların da bilinenlerden farklı hareketleri olduğunu ekliyor. Bunun yanında, İranlı yetkilileri Brodnikov'un büyük bir olasılıkla bu garip satrancın kurallarını kaydettiği not defterini dünyaya açıklamamakla suçluyor.
Elimize geçen birtakım belgeler bilmece gibi görünen bu olayı çözmemize elverdi. Her şeyden önce, Brodnikov’un bulduğu tapınakta rastladığı satranca benzeyen oyunun asıl adının "Rabnuma" olduğunu biliyoruz. "Rab" ve "-numa" sözcüklerinden oluşan bir ad bu. Hicri Vl. Yüzyılda yaşamış ve daha sonra mezhebinden dönen bir Yezidi olan Husrev'in, bu oyunun kuralları hakkında yazdığı ve oyunla aynı adı taşıyan kitabın elimizde yalnız "mukaddime"si bulunduğu için Rabnuma'nın nasıl oynandığını bilmiyoruz.
Onun bulucusu olan Husrev'in yaşamı hakkında bazı bilgilere Tezakirü'l Mücrimin adlı eserde rastlıyoruz ancak. Önceleri bir Yezidi olan Husrev, peygamberliğini ilan etmiş; fakat karşılaştığı sert tepki öldürme girişimlerine dek vardığı için mezhebinden çıkıp yaşadığı yeri, yani Irak’ı terk etmiş. İran'ın Zamehan kentine yerleşen Husrev, sırları halka açıklamanın yol açacağı tehlikeler konusunda acı tecrübelere sahip olduğundan, burada kapalı bir tarikat kurmuş. Adı geçen eser, (daha sonra Brodnikov’un bulacağı) tapınağı da Husrev'in yaptırdığını anlatıyor.
Husrev'in, bulduğu oyunla aynı adı taşıyan Rabnuma adlı eserinde tanrısal vahyi almak için bir anahtar peşinde olduğunu görüyoruz. Husrev, seksen bir haneli bir tahtada otuz altı taşla oynanan ve satranca çok benzeyen bu oyunu tasarlamış. Gel gelelim, bu satrançta tek akıllıca açılış, yine bulucusunun tasarladığı, doksan dokuz hamlelik bir kombinezon. Eğer bu açılış yapılırsa, ilk taşın alınması için dokuz bin dokuz yük doksan dokuzuncu hamleyi beklemek gerekiyor. Açılışın yalnızca ilk hamlesini biliyoruz: E2e4!! Bulduğumuz diğer bir şey, e2 piyonunun siyah ve beyaz şah ile oyunun sonunda kalacak üç taştan biri olduğu. Esere göre e2 piyonu (Husrev "e" yerine Farsça’da beşinci harf olan "t"yi kullanmış) oyunun sonunda vezir olup siyahların mat olmasına neden olacak.
Bununla birlikte Rabnuma adlı oyunun dünya tarihinde ancak bir kez oynanabileceğini ileri sürüyor eser. Eğer oyunculardan biri kasıtlı olarak yenilme yoluna gitmezse (ki, Rabnuma'ya göre bu olanaksız bir şey) oyun sonsuza kadar sürer.
Bu oyunun açılışındaki doksan dokuz hamle, ister istemez Allah’ın sıfatlarının sayısı olan "doksan dokuz"u akla getiriyor. İkinci bir ilginç nokta, evrenin, Tanrı'nın bir tezahürü olduğu yollu Sufi düşüncesine koşut olarak Husrev'in şu iddiası: Tanrı, sonsuza kadar sürecek bu oyunda kendini açımlar...
Buna göre, her hamleye karşı bir hamle, sav ve karşı sav, matı ya da sentezi biraz daha yaklaştırıyor. E2 piyonunun vezir olması, "kurtuluş" temasını, tektanrıcı dinlerdeki "ruhun kurtuluşu" temasını çağrıştrıyor. Mat ya da sentez anında, yani siyahların ya da şeytan'ın yenildiği anda Tanrı'nın kendini açımlamış olacağını söylüyor eser. Burada, oyunun adının neden Rabnuma olduğunu anlıyoruz.
Arapça’da "Rab" sözcüğünün anlamı "Tanrı"dır; "-numa" ise Farsça bir son takıdır ve "...yi gösteren" anlamına gelir.
Elimizdeki bir diğer belge, Husrev için onun müritlerinden biri tarafından yazılan bir methiye; Husrev name adını taşıyor. Husrev'in bol, bol övüldüğü sayfaları atlıyoruz. Ama kitabın son bölümü konumuz açısından önemli bazı bilgileri içeriyor.
"Rabnuma oynayan" müritlerle ilgili bölüm bu.
Anladığımız kadarıyla, bu oyuna başlayan, ya da aşağıda göreceğimiz nedenle bu oyunu bırakanlardan devralan müritler, oynadıkları ikinci hamleden sonra altı hamle sonraya, dördüncü hamlenin ardındansa yirmi dört hamle sonraya kadar vb... mevcut pozisyondan hareketle gerçekleştirilebilecek bütün kombinezonları kestirebiliyorlarmış. Zaman geç tikçe, gerek kendileri ve gerekse dış dünya hakkındaki herşeyi düşüncelerinden soyutlayıp kafalarını bir kombinezonlar sonsuzluğuyla dolduruyorlar ve hatta, yemeyi içmeyi bile akıllarına getiremiyorlarmış.
Husrev name’de bu konuda şöyle bir öykü anlatılıyor.
"Müritlerden biri daha oyunun başlarındayken Rabnuma'yı bırakarak zevk ve eğlence içinde yaşamak istediğini söyleyip tarikattan ayrılmış.
Ne var ki, oyunu bırakışının daha ikinci gününde "vezir desteğinde kale"yle ilgili bir kombinezon kurmaya başlamış. Uzadıkça uzuyormuş kombinezon; öyle bir an gelmiş ki, onu yemez içmez bir durumda bulmuşlar. Üç gün sonra da ölmüş.
Husrev name’de, oyuna başladıktan sonra vazgeçmenin, bir koşul dışında, olanaksız olduğu yazıyor: Bu koşulsa, oyuncunun bir güzele aşık olması. İşte o zaman oyuncu, bir kombinezonlar dizisini değil de aşık olduğu güzeli temaşa edermiş.
Husrev name’den, tarikat içinde bu durumların hoş görüldüğü anlaşılıyor: Sufi geleneğine koşut olarak bu tarikat, "akl"a olduğu kadar "aşk" ada değer veriyor. Zaten eserde Rabnuma, "Aşkın mantığı " olarak da tanımlanıyor.
Rabnuma'nın oynanmasına Hicri 509 yılı Recep ayının ikinci cumasında başlandığını yine aynı eserden öğreniyoruz.
Husrev name’nin yazıldığı Hicri 539 yılına kadar altı bin hamle yapılıp altı ayrı deftere düzenli olarak kaydedilmiş.
Bu kayıtların tarikat üyeleri için Tanrı'nın vahyi değerini taşıdığını belirtmemize bilmem gerek var mı?
Rabnuma'nın H.539 yılından sonraki bilinmedik bir tarihte yarım bırakıldığı anlaşılıyor.
Büyük bir olasılıkla Brodnikov'la yardımcısı, tapınakta buldukları bu yarım bırakılmış oyunu sürdürmeye kalkışmışlar.
Arkeologla yardımcısının trajik sonları da böylece belli oluyor...
1 Temmuz 1959'da, İran’'da yayınlanan Penam gazetesi Zahedan yakınlarında kayalara oyulmuş bir tapınak bulunduğunu açıklamıştı. Tapınak, küçük bir dehlizden girilebilen geniş bir odadan ibaretti. Cesaret edip içeri girenler, Kazan Üniversitesinden arkeolog N. Brodnikov ve yardımcısına ait olduğu daha sonra anlaşılacak iki ceset bulmuşlardı.
Cesetler antik bir satranç masasının iki yanındaydı. Adli tabip, arkeolog ile yardımcısının altı yıl önce öldüklerine hükmetti. Cesetlerde bir cinayeti akla getirecek hiçbir iz bulunamadığından, bu kişilerin ölümlerinin, hastalık olasılığı bir yana, açlık ve susuzluktan olabileceği Sovyetler'in elçisine duyuruldu. Gel gelelim elçi, Brodnikov'la yardımcısının yanlarında ilaç ve tüketilmemiş bol miktarda erzak olduğunu belirtip adli tıp raporunun doğruluğu konusunda şüphelerini dile getirdi.
Bununla birlikte bir uzman heyeti, olay yerinde yaptığı araştırmada adli tıp raporunu doğrulayacak ipuçları buldu. Brodnikov'la yardımcısı satranç oynarken ölmüşlerdi.
Daha sonra, onların satranç masası başında ölümü beklediklerini düşündü herkes.
Brodnikov'la yardımcısının ölümlerinden altı yıl sonra gizli bir tapınağın içinde satranç masası başında bulunmaları olayına, Arjantin'de yayınlanan bir satranç dergisi, "Garip ama Gerçek" köşesinde bir sütunluk yer ayırdı.
Buradan, arkeologla yardımcısının oynadıkları oyunun bilinen satrançtan biraz değişik olduğunu öğreniyoruz: Tahta, "9x9" kareden oluşuyordu ve taşlar otuz altı taneydi. Sözü edilen dergide bu olayı anlatan yazar, kim bilir, belki taşların da bilinenlerden farklı hareketleri olduğunu ekliyor. Bunun yanında, İranlı yetkilileri Brodnikov'un büyük bir olasılıkla bu garip satrancın kurallarını kaydettiği not defterini dünyaya açıklamamakla suçluyor.
Elimize geçen birtakım belgeler bilmece gibi görünen bu olayı çözmemize elverdi. Her şeyden önce, Brodnikov’un bulduğu tapınakta rastladığı satranca benzeyen oyunun asıl adının "Rabnuma" olduğunu biliyoruz. "Rab" ve "-numa" sözcüklerinden oluşan bir ad bu. Hicri Vl. Yüzyılda yaşamış ve daha sonra mezhebinden dönen bir Yezidi olan Husrev'in, bu oyunun kuralları hakkında yazdığı ve oyunla aynı adı taşıyan kitabın elimizde yalnız "mukaddime"si bulunduğu için Rabnuma'nın nasıl oynandığını bilmiyoruz.
Onun bulucusu olan Husrev'in yaşamı hakkında bazı bilgilere Tezakirü'l Mücrimin adlı eserde rastlıyoruz ancak. Önceleri bir Yezidi olan Husrev, peygamberliğini ilan etmiş; fakat karşılaştığı sert tepki öldürme girişimlerine dek vardığı için mezhebinden çıkıp yaşadığı yeri, yani Irak’ı terk etmiş. İran'ın Zamehan kentine yerleşen Husrev, sırları halka açıklamanın yol açacağı tehlikeler konusunda acı tecrübelere sahip olduğundan, burada kapalı bir tarikat kurmuş. Adı geçen eser, (daha sonra Brodnikov’un bulacağı) tapınağı da Husrev'in yaptırdığını anlatıyor.
Husrev'in, bulduğu oyunla aynı adı taşıyan Rabnuma adlı eserinde tanrısal vahyi almak için bir anahtar peşinde olduğunu görüyoruz. Husrev, seksen bir haneli bir tahtada otuz altı taşla oynanan ve satranca çok benzeyen bu oyunu tasarlamış. Gel gelelim, bu satrançta tek akıllıca açılış, yine bulucusunun tasarladığı, doksan dokuz hamlelik bir kombinezon. Eğer bu açılış yapılırsa, ilk taşın alınması için dokuz bin dokuz yük doksan dokuzuncu hamleyi beklemek gerekiyor. Açılışın yalnızca ilk hamlesini biliyoruz: E2e4!! Bulduğumuz diğer bir şey, e2 piyonunun siyah ve beyaz şah ile oyunun sonunda kalacak üç taştan biri olduğu. Esere göre e2 piyonu (Husrev "e" yerine Farsça’da beşinci harf olan "t"yi kullanmış) oyunun sonunda vezir olup siyahların mat olmasına neden olacak.
Bununla birlikte Rabnuma adlı oyunun dünya tarihinde ancak bir kez oynanabileceğini ileri sürüyor eser. Eğer oyunculardan biri kasıtlı olarak yenilme yoluna gitmezse (ki, Rabnuma'ya göre bu olanaksız bir şey) oyun sonsuza kadar sürer.
Bu oyunun açılışındaki doksan dokuz hamle, ister istemez Allah’ın sıfatlarının sayısı olan "doksan dokuz"u akla getiriyor. İkinci bir ilginç nokta, evrenin, Tanrı'nın bir tezahürü olduğu yollu Sufi düşüncesine koşut olarak Husrev'in şu iddiası: Tanrı, sonsuza kadar sürecek bu oyunda kendini açımlar...
Buna göre, her hamleye karşı bir hamle, sav ve karşı sav, matı ya da sentezi biraz daha yaklaştırıyor. E2 piyonunun vezir olması, "kurtuluş" temasını, tektanrıcı dinlerdeki "ruhun kurtuluşu" temasını çağrıştrıyor. Mat ya da sentez anında, yani siyahların ya da şeytan'ın yenildiği anda Tanrı'nın kendini açımlamış olacağını söylüyor eser. Burada, oyunun adının neden Rabnuma olduğunu anlıyoruz.
Arapça’da "Rab" sözcüğünün anlamı "Tanrı"dır; "-numa" ise Farsça bir son takıdır ve "...yi gösteren" anlamına gelir.
Elimizdeki bir diğer belge, Husrev için onun müritlerinden biri tarafından yazılan bir methiye; Husrev name adını taşıyor. Husrev'in bol, bol övüldüğü sayfaları atlıyoruz. Ama kitabın son bölümü konumuz açısından önemli bazı bilgileri içeriyor.
"Rabnuma oynayan" müritlerle ilgili bölüm bu.
Anladığımız kadarıyla, bu oyuna başlayan, ya da aşağıda göreceğimiz nedenle bu oyunu bırakanlardan devralan müritler, oynadıkları ikinci hamleden sonra altı hamle sonraya, dördüncü hamlenin ardındansa yirmi dört hamle sonraya kadar vb... mevcut pozisyondan hareketle gerçekleştirilebilecek bütün kombinezonları kestirebiliyorlarmış. Zaman geç tikçe, gerek kendileri ve gerekse dış dünya hakkındaki herşeyi düşüncelerinden soyutlayıp kafalarını bir kombinezonlar sonsuzluğuyla dolduruyorlar ve hatta, yemeyi içmeyi bile akıllarına getiremiyorlarmış.
Husrev name’de bu konuda şöyle bir öykü anlatılıyor.
"Müritlerden biri daha oyunun başlarındayken Rabnuma'yı bırakarak zevk ve eğlence içinde yaşamak istediğini söyleyip tarikattan ayrılmış.
Ne var ki, oyunu bırakışının daha ikinci gününde "vezir desteğinde kale"yle ilgili bir kombinezon kurmaya başlamış. Uzadıkça uzuyormuş kombinezon; öyle bir an gelmiş ki, onu yemez içmez bir durumda bulmuşlar. Üç gün sonra da ölmüş.
Husrev name’de, oyuna başladıktan sonra vazgeçmenin, bir koşul dışında, olanaksız olduğu yazıyor: Bu koşulsa, oyuncunun bir güzele aşık olması. İşte o zaman oyuncu, bir kombinezonlar dizisini değil de aşık olduğu güzeli temaşa edermiş.
Husrev name’den, tarikat içinde bu durumların hoş görüldüğü anlaşılıyor: Sufi geleneğine koşut olarak bu tarikat, "akl"a olduğu kadar "aşk" ada değer veriyor. Zaten eserde Rabnuma, "Aşkın mantığı " olarak da tanımlanıyor.
Rabnuma'nın oynanmasına Hicri 509 yılı Recep ayının ikinci cumasında başlandığını yine aynı eserden öğreniyoruz.
Husrev name’nin yazıldığı Hicri 539 yılına kadar altı bin hamle yapılıp altı ayrı deftere düzenli olarak kaydedilmiş.
Bu kayıtların tarikat üyeleri için Tanrı'nın vahyi değerini taşıdığını belirtmemize bilmem gerek var mı?
Rabnuma'nın H.539 yılından sonraki bilinmedik bir tarihte yarım bırakıldığı anlaşılıyor.
Büyük bir olasılıkla Brodnikov'la yardımcısı, tapınakta buldukları bu yarım bırakılmış oyunu sürdürmeye kalkışmışlar.
Arkeologla yardımcısının trajik sonları da böylece belli oluyor...
Subscribe to:
Posts (Atom)